SAIT FAIK ABASIYANIK

23 Kasim 1906 tarihinde Adapazari'nda dogdu. Asil adi Mehmet Sait'tir. Ilk tahsilini Adapazari'nda Rehber-i Terakki adli bir özel okulda yapti. Ulusal Savas nedeniyle 1923'te ailesi Istanbul'a tasininca onuncu sinifa kadar Istanbul Sultanisi'nde, daha sonra yatili olarak Bursa Lisesi'nde okudu (1925-1928). Liseden sonra iki yil kadar Darülfunun'da edebiyat okudu. Babasinin istegi üzerine ekonomi tahsili için Avrupa'ya gitti (1930). Grenoble'de kaldigi üç yil boyunca istenen egitimi görmemesi yüzünden babasi tarafindan geri çagrildi (1933). Kisa bir süre bir azinlik okulunda Türkçe ögretmenligi yapti, babasinin mali destegiyle is kurdu ancak iflas etti. Bir ay kadar Haber gazetesinde adliye muhabirligi de yapan (1942) Sait Faik, babasinin ölümünden sonra, tümüyle bohem bir hayata basladi(1939). Kislari Sisli'deki apartmanda, yazlari Burgaz adasindaki köskte kalarak, tatil zamanlarinda Paris, Strassbourg, Lion ve Marsilya'ya giderek gününü gün etti. 1948'de yakanladigi sirozdan 11 Mayis 1954 tarihinde Istanbul'da öldü. 1953 yilinda Amerika'daki Mark Twain Dernegi'ne seref üyesi seçilen Sait Faik, hiç evlenmemisti.

Öykü Kitaplari
Semaver (1936), Sarniç (1939), Sahmerdan (1940), Lüzumsuz Adam (1948), Mahalle Kahvesi (1950), Havada Bulut (1951), Kumpanya (1951), Havuzbasi (1952), Son Kuslar (1952), Alemdag'da Var Bir Yilan (1954), Az Sekerli (1954), Tüneldeki Çocuk (1955), Mahkeme Kapisi (1956)

Öykü - MAHALLE KAHVESi 
Yazin bu küçük mahalle kahvesinin bahçesine sik sik gittigim için, karayelin, tipinin çilginca savruldugu aksam, içeriye girdigim zaman yadirganmadim. Kahve sapa bir yerdeydi. Yapraklarini dökmüs iki sögüt agaci ile üzerinde hâlâ üç dört kuru yaprak sallanan bir asmayi kar öyle islemisti ki bahar aksamlari, yaz geceleri pek sevimli olan bahçenin mora kaçan beyaz bir isikla dibinden aydinlik haldeki güzelligine söyle bir göz attigim halde, camin kenarina yerlesip de bugulari silince uzun zaman daldim, hem sevdalandim. Bu mor isik o kadar çabuk koyulasti ki, kahve daha isiklari bile yakmamisti. Ince belli çay bardaklarinin en güzelini birakip giden kahveci:
-Kisin da güzel degil mi, bahçe? -dedi.
Bahçedeki mavi boyali kasimpatilarinin üzerine birikmis karlari gösterdi.
-Moruklarin söylenmeyecegini bilsem, isiklari daha yakmazdim ya -dedi-, neredeyse homurdanmaya baslarlar.
Kahve, isiklarini yakinca disaridaki karin isigi söndü. Sekiz kisi ya var, ya yoktu. Küçük kapaginin içinden alevler atarak yanan saç sobanin sag tarafinin neredeyse kipkirmizi kizaracagini biliyor, bekliyor, bekliyordum. Yanimda tavla oynayanlar vardi. Bir zaman onlara daldim. Ara sira cami silerek alnimi camlara yapistirip disariyi seyrettim.
Evimden çikinca ortaligin sessizligini, bu sessizlige lapa lapa kar yagdigini görmüs, yürümek hevesine kapilmis; ana caddeleri, arkadas tesadüflerini, malum kalabalik yollari birakmis, karin daha tez, daha temiz biriktigi, insanlarin az geçtigi bir semte gitmek üzere tenha tramvaya atlamis, buraya gelmistim. Ama ben gelirken yarim saat içinde hava degismis, karayel kudurmus, lapa lapa yagan kar, küçücük küçücük soguk dari taneleri halinde kaynasmaya baslamisti.
Kahveciye:
-Bugünkü gazete var mi? -diye sordum.
Elime bir gazete tutusturdu. Bir taraftan kafamdaki havadislere dalmaya çalisiyor, öte yandan kahveciyi dinliyordum. Maiset derdi münakasalarindan öte insanlar bir sey konusmuyorlardi. Bir ara kahvenin kapisi rüzgârla, bir adamla beraber açiliyor, avuçlarini üfleyerek o adam içeriye daliyor, sobanin önünde karnini, göbegini, gögsünü, dizini iyice isittiktan sonra bir tarafa ilisiyor, ya kendi kendine hülyaya daliyor, yahut da bir tavla partisinin iki kisilik eglencesine, oyuncularin itirazlarina ragmen bir üçüncü olarak katiliyordu.
Sedirde oturan ihtiyarlarin yanina da orta yasli, ciddi adamlar gelip oturdu. Benden uzakta idiler. Ne konustuklarini duyamiyordum, ama yüzlerinde hüzünlü bir seyler vardi. Uzun uzun susuyorlardi. Artik epey bir zamandir kahveye insan gelmedigini farkettim. Küçücük yuvarlak saat, kahveciden yana dönük oldugu için, saatin kaç oldugunu kestiremiyordum. Epey bir zaman geçti. Birçok insan gitti. Kahveci, nihayet saatini benden yana çevirdi. On buçuktu. Öyle bir uyusukluk içinde idim ki kalkip gidemiyordum. Gitmek ister gibi kimildandigimi sezen kahveci:
-Eviniz yakinsa acele etmeyin -dedi-. Biz, bire kadar açigiz. Buradan iyi yer mi bulacaksiniz?
-Ya? -dedim-. Bana bir çay daha yap öyleyse... Bir dilim de limon.
Tam bu sirada içeriye birisi girdi. Kasina, kirpigine kar dolmus, üstüne beyaz bir ceket giymisti sanki. Gelen adam sobaya dogru yürüdü. Üstünü basini süpürdü. Bir sandalyeye çöktü. Genç, çok genç bir adamdi. Yüzündeki karlar eriyince beyaz, yuvarlak bir yüz meydana çikti.
Kahvede o gelmeden evvel konusmalar oluyorken, o girince herkes susmustu. Kenarda tavla oynayanlar da tavlalarini sakirti ile kapatip çikip gittikten sonra bu sükût büsbütün artti, uzadi.
Genç adama baktim. Bir sandalyenin üzerinde oturmus, önüne bakiyordu: Ihtiyarlar sakin, ciddi, âdeta haindiler. Kahveci, basini iki eli arasina almis, kahve ocaginda oturuyordu. On dakika bir mecliste insanlarin susmasi korkunç bir seydir: Dehsetli bir sükût uzuyordu.
Genç adam ayak ayak üstüne atiyor, sonra ayagini degistiriyor, bir türlü oturdugu yerde rahat edemiyordu. Belinden yukarisi, imtihan olan bir talebeyi andiriyordu, korkak korkak bakiyor, ayaklari ise imtihan heyeti masa altindan ayak ayak üstüne attigini göreceklermis korkusu içinde gibi, bir inip bir kalkiyordu. Ayaginin birisine altinda kirmizi yamalar sallanan bir lastik artigi geçirmis, bunu iple de baglamisti. Ötekisinde, torik agzi gibi açilmis, altindan hâlâ izgaralari sallanan bir futbol ayakkabi eskisi vardi.
Kahvede sessizlik uzadikça uzuyordu. Sasirmistim. Neredeyse birinin, ya:
-Seytan geçti!
Yahut da:
-Kiz dogdu!
Diyecegini bekliyordum. Hepimiz gülüsecektik.
Hâlâ kimse bir sey söylemiyordu. Tekrar gözüm adama ilisti. Yüzünü degil, genis alnini görüyordum: Kirisiksizdi, manasizdi. Üstünde ceket yoktu. Yalniz siyah çizgili beyaz bir mintan vardi. Kirli beyaz renkli bol bir kazaga bürünmüstü. Kazagin ön zaviyesini bir çengel igne ile tutturmustu.
Meraklanmis, sasirmistim. Bir hareket bile yapamiyordum.
Bu sirada kahvenin kapisi açildi. Içeriye bir adam girdi. Ihtiyarlara dogru yürüdü:
-Sizi çagiriyor -dedi-. Akli yerinde ama, sabaha çikamayacagina kalibimi basarim. Ara sira fena daliyor. Seni istedi Ali Aga. Seni de Mahmut Çavus. Istersen sen de gel Hasan. Seni çok severdi.
Orada oturan üç kisi ayaga kalktilar. Soba kenarinda oturana en küçük bir göz atmadan, ama ona dik dik bakarmis gibi bir halde geçip gittiler. Sanki gözlerini mahsus ondan çeviriyorlardi. Genç adam, büyük gözlerini açmis, gidenlere yalvarir gibi bakiyordu.
Kahveci yeni gelene bir çay olsun getirmiyordu. Az sonra yerinden kalkti. Önümdeki fincani kaldirirken:
-Su zavalliya da, benden bir çay yap -dedim.
Bana, yalniz gözkapaklarini kaldirip indirerek bir tuhaf bakti. Çay getirmeye gittigini sandim.
Önümden geçerken çocuk birden ayaga kalkti. Kahvecinin önüne dikilmisti. Kahveci farkinda degilmis gibi yan dönerek uzaklasirken:
-Babam, degil mi? -dedi-. Ölüyormus degil mi?
Kahveci susuyordu. Bu hain, kötü, aci bir sükûttu. Sonra sanki buzlar erimis gibi oldu. Ama cevap yine benim için manasiz, çocuk için de aci idi:
-Senin baban degil o.
Genç adam bir sey söylemedi. Bir seye karar vermis gibi hizla yürüdü. Kapiyi bir türlü açamiyordu.
Kahveci:
-Sakin eve gideyim deme. Kapida teyzenin oglu bekliyor, gebertir seni!
Çocuk düsündü. Bütün kararlari uçmustu. Yüzünde iradesiz hatlar belirdi. Kendisini içeriye iten rüzgâri deler gibi gitti.
Bir zaman bir sey soramadim. Kahvecinin arkasi bana dönüktü. Gürültü ile bir seyler yikiyordu. Yüzünü benden yana döndürmesini bekledim. Ama bir türlü isini bitiremiyordu. Nihayet döndü.
Ben:
-Nedir bu Allah askina? -dedim.
Belindeki önlügü çikarmaya ugrasiyor, cevap ariyor gibi, düsünüyordu.
Kapi açildi. Bir ihtiyarla beraber deminki adam girdi. Daha kapidan girerken:
-Ruhunu teslim etti -dedi-, öteki savustu mu?
Kahveci elleri önlügünün arkadaki baglarinda, donmus gibiydi. Onu çözecegine tekrar bagladi. Masama dogru geldi. Sanki bana açiklamasi lazimmis gibi:
-Arabaci Kâmil Aga -dedi-, öldü de... O deminki it, oglu idi. Kiz kardesini kötü yola sürükledi diye babasi reddetmisti.
Sonra öteki adamlara döndü:
-Namussuzum -dedi-, pismanligindan degil, miras vururum diyedir.
Ihtiyarlardan biri, bu söze taraftar olmadigini gösteren bir yüzle:
-Pisman olsa da affedilmez o! -dedi.
Ben dudaklarimin ucuna gelen bir suali nasil sordugumu, niçin sordugumu bilmiyorum. Bu tesiri yapacagini hiç düsünmeden budalaca sordum:
-Kiz ne oldu?
Tuhaf bir sey oldu. Birbirlerine bakmadan, halleriyle bakar gibi yaptilar. Ses seda çikmadi. Deminki sükûtun bir baska türlüsü içine düstük.
Hatta gözlerle degil ama, sükûtta ve sükûtun hareketsizliginde:
-Bunu niye sordun?
-Ne lüzumu vardi?
Baska soracak sey yok muydu?
-Ne de merakli imissin!...
Diyen bir hal vardi.
Kimse cevap vermedi, parayi masanin üzerine biraktim. Kahveciye baktim. Basi önünde düsünüyordu. Sapsari idi. Elleri hâlâ önlügünün baglarini çözmeye çalisiyordu. Kapiyi açtim. Çekip gittim. Kizin ne oldugunu ögrenemedim ama, onu kahvecinin kötü hayattan çekip aldigini mi anladim nedir?