PEYAMI SAFA
Servet-i Fünun dönemi sairlerinden Ismail Safa'nin oglu olan Peyami Safa, 1899'da Istanbul'da dogdu. Ismail Safa'nin Sivas'ta sürgünde iken ölmesi üzerine iki yasinda yetim kalmasi, sekiz dokuz yaslarinda kemik veremine yakalanmasi nedeniyle 17 yasina kadar ruhsal ve fiziksel acilarla yasadi. Maddi ve manevi olumsuzluklar nedeniyle Vefa Idadisi'ndeki ögrenimini yarida birakan Peyami Safa, bir süre matbaada çalistiktan sonra Posta-Telgraf Nezareti'ne memur oldu ve Birinci Dünya Savasinin baslamasina kadar (1914) orada çalisti. Bundan sonra Rehber-i Ittihat Mektebi'nde ögretmenlige basladi. 1918'de ögretmenlikten ayrilarak Yirminci Asir gazetesinde "Asrin Hikâyeleri" basligi altinda yazmaya basladigi öykülerle gazetecilikte karar kildi. Sirasiyla, Son Telgraf, Tasvir-i Efkar ve Cumhuriyet gazetelerinde yazdi. Server Bedii takma adiyla para kazanmak için populist birçok roman ve hikâye de yazan Peyami Safa, yazilarini, 27 Mayis askeri darbesinden sonra Son Havadis gazetesinde sürdürdü ve oglu Merve'nin askerde ölmesi nedeniyle geçirdigi sarsintiya dayanamayarak 15 Haziran 1961 tarihinde Istanbul'da öldü.
Öykü Kitaplari
Bir Mekteblinin Hâtirâti, Karanliklar Krali (1913), Istanbul Hikâyeleri (1919), Gençligimiz (1922), Siyah Beyaz Hikâyeler (1923), Ask Oyunlari (1923), Süngülerin Gölgesinde (1924), Atesböcekleri (1925). Tüm hikâyeleri Hikâyeler (1980) adi altinda toplu halde de kitaplastirildi.
Öykü - GENÇLIGIMIZ
Annem dün sessizce odama girdi.
Beni yine, yorgun gözlerimin önünden hiç ayrilmayan, bir gün bile elimden düsmiyen, beyaz ve mecalsiz kanatlarile parmaklarimin arasinda ezilip büzülen kitabimin karsisinda okumaktan gözlerimin feri kaçmis, düsünmekten alnimi kirismis gördü. En ziyade düsman oldugu bu cansiz arkadasima kinli bir nazar attiktan sonra bir iskemle çekti, karsima oturdu, bol bir nefes aldi.
Belli ki mühim bir sey, çok düsünülen ve az söylenen endiselerden, aile üzüntülerinden birini bana açmak istiyordu. Bunu ben onun bir igne izi kadar ince iki gölge ile, belirsizce çatilan kaslarindan anlamistim, hattâ bu kesfimde o kadar ileri gittim ki, bana, artik bu sefer kat'î bir tarzda, izdivaç meselesini açacagina bile hükmettim. Izdivaç meselesi... hakikaten de hiç yanilmamistim. "Kizim!" diye resmî, ciddî, yüksekten, kalin bir ses perdesile basladi, bir çok defalar dinledigim fikirleri, sebepleri, delilleri, mukayeseleri kendine mahsus muntazam bir mantik zincirine baglayarak, sakin, heyecansiz ve sogukkanli, söyledi, söyledi, son hükmünü de verdi:
-Sen ilkbahara kadar, mutlaka evleneceksin!
Ben susuyordum; kendi kendime, bitmeyen uzun gecelerde, binbir defa tekrar ettigim ayni sebepleri, fikirleri, mukayeseleri dinlemekten bezmis bikmis, usanmis gibi, zoraki bir itaatle boynumu bükerek, hak verir göründüm ve ses çikarmadim.
Fedakâr kadin, agir ve güç nutkunu bitirdikten sonra, sözlerinin kizindaki tesirini anlamak için meraktan büyüyen gölzerile, kirpilan kirpiklerinin arasindaki firarî mânalari kesfetmege çalisiyordu. Her vakitkinin aksine, kizmadan durgun bir inkiyat ile sordum.
-Zevcimi intihap ettiniz mi?
-Babanin eski kararini biliyorsun ya...
-Muhasebedeki mümeyyiz.
-Evet!
Elimde olmadan, alay, kin, tahkir dolu bir kahkaha ile güldüm. Asî fikirlerimi hülâsa eden bu kelimesiz cevap, zavalli kadini sarsti, daha ziyade ciddileserek fikrini müdafaaya sevketti.
-Biliyorsun ki, dedi, bu gencin dairede istikbali var.
-Rica ederim sus.
-Bu günde seksen lira kazaniyor.
-Rica ederim...
-Hem çirkin bir genç de degil.
-Rica ederim...
-Baban onu terfi ettirecek.
-Rica ederim...
-E.. ama kizim..
Hiddetlenerek her vakit oldugu gibi bir kelime ilâve etmeden, dargin bir yüzle ayaga kalkti, çikip gitti.
Hakki var miydi? Yüzlerce defa kendi kendime sordugum bu suale içimizdeki yanik, hicranli sesten ayni cevabi aliyordum: Evet, bir noktada o zavallilarin haklari vardi, yirmi üç yasini geçen kizlarinin artik evlenme zamani gelmisti, her ana baba gibi, o zavallilar da, vakti gelince isyan eden heveslerin, arzularin sevkile kizlarinin saadet ve seref gününü görmek, yeni kurulan bu çati üzerinde taze emeller, taze hayaller beslemek istiyorlardi. Eskiden "mürüvvet görmek!" dedikleri bu canli arzunun bütün o zavalli ana, babalara göre çok kuvveti var, bu onlar için inatçi ve müstebit bir gayedir, bunlarin hepsi dogru, ah, bunlari hayatimin hiçbir gününde inkâr etmek haksizligina düsmedim, biliyorum ki onlarin ölüme akan günlerinde son saadet, benim mesut oldugumu görmektir. Benim mesut oldugumu görmek, süphesiz, fakat nasil mesut? Hangi kusursuz, mükemmel izdivaç hayaline göre? Hangi sarkli kadin gibi ki, bu tehlikeli ve uçurumlu körebe oyununda, gözü bagli, kollari tereddüt ve korku ile titreyip açilarak talihini kucaklamis, fakat korkulu rüyasindan güler yüzle uyanmistir.
Mahut meseleler.
***
Aksam üstü sofrada babam ve annem, ikisi de sessiz ve nes'esiz yüzleri bulutlu, gözleri dalgin ve düsünceli idiler. Annem, kisa kesik hecelerle hizmetçiye bazi isteksiz emirler veriyor; babam, egilen basi, ileriye dogru çikik burusuk alni ile susuyordu. Asrî kizlarina karsi bu sefkatli ana babanin su sessiz ittifakinda ne yüksek bir vakar var!
Istihasiz yenen yemekten sonra, annem hizmetçiyi yanina katarak, galiba evvelce verilmis bir karara göre, odadan çikti ve beni babamla yalniz birakti.
Kendi âleminde çok ciddi, vazifesine çok bagli, eski terbiyenin yetistirdigi âkil ve tedbirli, fakat ara sira, ansizin bütün muvazenesini kaybederek sinirlerinin ânî bir kaynasmasina maglûp olan, kart ve burusuk sesile haykiran, bagiran bu ihtiyar adam karsisinda o aksam, ilk defa kendimde bir ürperme duydum. Kirpiksiz kapaklarin içinde, parlak kabuklu birer siyah böcek gibi asabî ve hasin kimildayan, dönen, çirpinan gözbebeklerinden anliyordum ki babam beni bu gece, aci sözlerle hirpalamaga karar vermisti.
Firtinaya hazirlandim.
Evvelâ, dairesinin küçük ve korkak memurlarina emir verir gibi kuru bir ciddiyetle "Melâhat, azicik dur!" dedikten sonra, karsisina düsen minderi göstererek:
-Suraya otur!
Diye mirildandi. Söyledigini yaptim.
-Verdigimiz karari annen sana söylemis.
Diye sukûnetle basladi. Mahut geçinme zorluklarindan, piyasa fiyatlarinin günden güne yükselmesinden bahsetti. Her zaman dinledigim bu maiset hikâyesinden nefret eder gibi:
-Bunlari biliyorum, dedim.
Izdivaç yasimin geldigini, bir baba için kizinin saadetini düsünmek borç oldugunu, ihtiyar kizligin muhite karsi çirkin ve aci tesirlerini anlatti:
-Bunlari da biliyorum, dedim.
Beni ikna etmek için sarfettigi gayretin faydasizligini gördükçe cosan zayif sinirlerile azar azar öfkelenip, nihayet babaligin verdigi hakki kullanabilecegini düsünerek nefsine emniyet, emir, tahakküm dolu bir sesle eski terbiyenin faziletini, bugünkü gençlerin manasiz eblehçe, cahilâne bir firenk mukallitligi yüzünden kendilerini felaketlere sürüklediklerini roman, tiyatro, sinema gibi "misyoner" eglencelerile zehirlendiklerini söyledi.
Müstehzi:
-Bunlari da biliyorum, dedim.
Öfkesi artti, gözlerinin aki büyüdü, kaslari sivrildi, gittikçe titreyen, pürüzlenen kalin sesile bagirdi:
-Sen de onlardansin, sen de dine hürmetini, vazifeye muhabbetini, aileye itaatini kaybetmis, hayalâta ve nazariyata düskün, avukat, çaçaron ukalâsin.
Ben de kiziyordum:
-Ooo.. baba!
-Sen de, firsat eline geçince koluna züppe, muvazenesiz bir kaldirim beyini takarak mahalleni, aileni, akrabani birakip kaçmaga âmâde, isiyana müheyya, arabalarda, otomobillerde, tiyatrolarda etrafa cilve saçmaga hazir, vicdani erimis mahlûklardansin.
-Baba...
-Sen de bir nankörsün ve bir asifte olacaksin, sözüne dikkat et, sen buna mahkûmsun. Derme çatma Fransizcanla Ingilizcenle frenklerin hâyâsizlik ögreten yüzlerce romanlarini gece gündüz hatmetmekten, öndeki asude, temiz, müreffeh hayati tahkire yeltenmekten firsat düstükçe zavalli annenle benim yüzümüze havlamandan ve nihayet bugünkü isyanindan anliyorum ki sen buna mahkûmsun.
-Baba susmalisiniz.
-Baba, susmalisiniz.. baba susmali ve kiz söylemeli, o kiz ki anasini, babasini degneklere takilmis hacivatlar gibi oynatmak, kendi heveslerine alet etmek ister, hakli çikmak için bin dereden su getirir, yalan söyler, tahrik eder, lâzim gelirse aglar, yalvarir, yumusak bulursa haykirir, çiglik koparir, bütün mânasile çaçaron ve edepsiz..
Artik köpürdüm:
-Haddi tecavüz ediyorsunuz.
-Ben mi haddi tecavüz ediyorum? Ben baban... haddini tecavüz ediyor ha... Sunu bir daha söyler misin? Tekrar et bakayim?
-Evet, sen, haddi tecavüz ediyorsun.
Çinarlari deviren bir kasirga siddetile yerinden firladi. Önündeki masaya çarparak, iskemleleri yere düsürerek üzerime atildi. "Ah! Hâyâsiz..." diye haykirarak saçlarima yapisti, hoyratça, delice bütün kuvvetiyle bir tutam saçimi çekti ve kopardi.
Ondan ötesini bilmiyorum.
***
Ondan ötesini bilmiyorum, suurumu kaybetmis, bayilmis, minderin üzerine uzanmistim. Gözlerimi açtigim zaman, basimin ucunda annemin mahzun ve sefkatli yüzünü gördüm:
-Geçti bir sey yok.
Diyordu. Zayif kemikli ellerile yanaklarimi dolduran ve giciklayan serseri saç büklümlerimi kaldiriyor, alnimi ve sakaklarimi oksuyor, yüzüme gülmege çalisiyordu.
Beni yatak odama çikardi ve karyolamin basina oturdu.
Titrek bir sesle, babamin hasta sinirlerinden, yorgun vücudundan bahsetti. Ve bu kaba hareketinin sirf bana olan siddetli muhabbetinden ileri geldigini söyledi, anlatti. Yüzlerce sebep buldu, beni teselliye çalisti, zekâsinin bütün kuvvetiyle, lisaninin bütün telâkatiyle bana biraz, biraz ümit, biraz nes'e vermege ugrasti ve sustu.
Annem zeki bir kadindi. Soyca da asaleti kibar, zengin, refah içinde geçmis günleri vardi. Kizken çok mesut olmustu. Babamla evlendikten sonra, gençligin çilginliklarindan kendini kurtararak Erenköyündeki evini satmis, Üsküdarda babamin yaninda daha alaturka, daha sakin, daha basit hayati kabul etmisti. Babamin bir kadi ailesinden getirdigi sükûn, itidal, dinî akidelere derin bir tazim, büyük ve eski olan her seye hörmet prensiplerine boyun egmis, tam mânasile bir "kadi gelini" olmaga çalismisti. Fakat fikirlerinde hürriyetini feda etmekten ekseriya kaçti, ailesinden aldigi yari alafranga terbiyenin tesirile eskiye karsi nefretini söylemekten çekinmedi. Babama gelince, düsüncelerinde çok müstebit olan bu adam, annemin yumusak ve maharetli telkinlerine ragmen prensiplerini müdafaada mermer gibi saglamdi. Ben ekseriya, altin kol saati, ipek kiravati ve alâmot bonjurile karsimda duran bu adamin nasil olup ta babadan kalma fikirlere ve itiyatlara bu derece esir olabildigine sasardim. Büyükbabam olan kadi efendiyi hiç hatirlamiyorum. Fakat tasdik ediyorum ki bu kadi efendi felsefesi de imani kadar saglam bir adammis.
Anneme, dedim ki:
-Hiç üzülme. Nasil isterse öyle olsun. Muhasebedeki genç mümeyyizle evlenecegim, pekâlâ.
Bu cevap annemin üzerinde serin ve tatli bir bahar tesiri yapti. Hemen canlandigini gördüm. Daha ince ve mülâyim bir dille dedi ki:
-Fakat kizim, artik arzu hilâfinda izdivaçlar yapacak devirde degiliz, senin ben cebren bu gence varmani istemem, eger sen de bizim düsündügümüz gibi, bu gencin yüksek olan âtisine, herkesin tasdik ettigi nezaketine, iyi ahlâkina ve bugünkü âmirlik mevkiine riayetle onu biraz sevmeye çalissan mesele hallolur gider. Ben de pek iyi bilirim ki sen tahsili eksik, terbiyesi pek eski, giyinmesi mânasiz, sözleri âmiyane bir gençle Nazir bile olsa evlenmek istemezsin. Ben de bilirim ki sen hassas, zeki, tecrübe görmüs, lisan ve musiki bilir bir genç tahayyül edersin. Bu gençte düsündügün meziyetlerin hepsi var. "Mümeyyiz" denilince, senin aklina sakali gögsüne inmis, saçlari agarmis, evrak arasina zihnini düsürmüs, bunak, pinpon biri geliyor.
Halbuki bu mümeyyiz, genç, tahsil görmüs, Fransizca biliyor, Italyancaya çalisiyor, hem alaturka hem alafranga keman çaliyor...
Kendimi güç zaptederek onu sükûn ile dinliyor: "Pekâlâ, iyi" diye mirildaniyordum. Bendeki sun'i tasdik halini ve içimdeki isteksizligi hisseden bu zavalli kadin, müstakbel damadini ne kadar methetse, bana hiçbir tesir yapmayacagini anladi ve ümitsizlikle ayaga kalkarak vaadimi tekrar ettirdi:
-Kabul ediyorsun ya, degil mi?
-Evet!
***
Kabul... Artik muhasebedeki mümeyyiz benim müstakbel kocam... Babam bu itaatli cevabim üzerine odama kadar geldi, soluk ve titrek dudaklariyle yanaklarimi öptü zavalli adam, gözleri adetâ yasariyordu - en halâvetli ifadesile:
-Kizim, bilmezsin böyle lâzim... Ah siz taze insanlar! Daha hayatin ne oldugunu bilmiyorsunuz, anlamiyorsunuz, dedi. Bunlari söylerken çok müteheyyiçti.
Annem de, her iki tarafi hakli çikarmak, hususile beni müdafaa için diyordu ki:
-Nedimenin de hakki var, bir genç kiz hiç tanimadigi bir erkekle nasil evlenebilir. Sonra, bugünkü günde, genç kizlar için kocalarini serbestçe intihap etmek en birinci hak... Fakat bugüne kadar kendisi bir genç begenmedi, çünkü bizim evimizde bir çok gençleri yanyana toplayan meclisler yok, begenemeyince onun zevcini biz aramaga, tayin etmege mecbur olduk. Maamafih, Nedime, kizim, sen bu adamla görüseceksin, konusacaksin, birbirinizin huyunu iyice anladiktan sonra izdivaç edeceksiniz.
Babam pek ziyade istirâk etmedigi bu fikirlere hafif hafif basini salliyor, çaresiz "öyle ya, öyle ya" diye mirildaniyordu. Birdenbire canlanarak dedi ki:
-Canim bu genç benim dairemde, benim kalemimde... Son derece müstait, nazik, halûk bir insan. Ben istersem onu kisa bir zamanda muavin bile yapabilirim, o vakit maasi çogalacak, itibari artacak, ben baska yere tayin edilir, tekaüde çikarilir, belki de... Ölürsem müdür olacak. Hem meseleyi ben kendisine biraz çitlattim.
Sonra, kendine mahsus safiyane bir hareketle gözlerini açti, dudaklarini ileri uzatarak sordu:
-Kuzum, Allah askina, benim bir türlü anlamadigim sey bu: Nedime bizim Sevki beyle niçin evlenmek istemez?
Iste bunu sana anlatmak güç, zavalli ihtiyar! Sana nasil anlatmali ki kadin denen sey bir hissiyat yiginidir, bu hissiyatin kendine göre tahavvülleri, nefret, muhabbet, sükûn zamanlari, galeyanlari vardir; öte taraftan erkek de hususi bir mizaç ve seciye sahibidir, baska türlü düsünür, baska türlü anlar, baska türlü hareket eder, bir izdivacin tam ve mükemmel olabilmesi için iki taraftaki bütün hissiyatin düsünüs ve anlayis tarzlarinin birlesmesi lâzimdir. Bunun için de bir genç kizin, izdivaçtan evvel, bir çok muhtelif genç adamlarla hisce, fikirce, muvakkat, fasilali, devamli rabitalar akdetmesi, hayattaki esini kendi tecrübelerile bulmasi icap eder. Daha sonra gençlik nedir? Bu ebedî ömür arkadasini bulmak vesilesile bir çok kez ruhlarda seyahat etmek, ihtirasin her nevini, ruhanî incizaplarin her türlüsünü, heveslerin her tarzini yudum yudum tatmak, kanatlanan muhayyilenin tatli gölgesi altinda hakikatin kâh inisli yokuslu ve çarpik yollarini kâh bahar, sevinç ve nese dolu vadilerini yürümek degil mi? Hayatin bu ihtirasli safhalarini yasamiyan bir genç kizin, evlendikten sonra talihsiz erkegini aldatmakta hakki yok mudur? Zavalli baba! Sen aska da inanmazsin. Sen tekâmül etmis bir ruhun askin ruha nasil susadigini, bir an için buhar halinde, zerre zerre yükselerek vücudun hirs ve istaha dolu arzularini unutmaga nasil muhtaç oldugunu ask denilen kudretle ne mucizeler yaratildigini da bilemezsin. Senin yipranmis itikatlarina göre ask, küçük zekâlarin, mütereddilerin, zayif ahlâk sahiplerinin bir fantazisi bir (bid'at)idir. Bence ask ruhumuzun en son yetistigi merhale, bize vaadedilen ruhanî lezzetlerin en büyügü ve hakikate sadikane dönmek için hayalin safiyane yaptigi hamlelerin en sonuncusudur.
Ben bunlari düsünüyor ve susuyordum, babam ve annem de kendi düsünce âlemlerine dalmistilar, odada üç ayri zekâ, kendi telâkkisinin hesabini, tahmininin çizdigi yolda yürüyordu.
Bu sükûna annem nihayet verdi:
-Persembeye Macidenin dügününe gidecek misin? diye sordu.
Kaslarimi kaldirmak, boynumu ileriye dogru bükmekle cevap verdim. Annem tehalükle devam etti:
-Kumasini terziye ver. Önümüzde alti gün var, kostümünü hazirlar.
Ve babami gösterdi:
-O vakte kadar maasi da çikacak!
Fedakâr adam, ölgün bir tebessümle gülüyor, artik beni memnun etmege karar verdigini hissettirmek istiyordu.
***
Macidenin dügünü! Bunu düsünmek beni nedense tehyiç ediyor. Bu dügüne hem gitmek, hem gitmemek istiyorum. Gitmeliyim, çünkü Istanbulun en lüks, en ihtisamli cemiyetlerinden birinde, tuvalet, âdet ve muaseret itibarile en yüksek içtimalarindan birinde bulunacagim.
Gitmemeliyim, zira bu ne aci bir emel sukutudur! Modanin güzel bir köskünde, Macide gibi, hem de akrabamdan olan bir servet, itina, süs ve debdebe içinde, masallardaki sultanlara lâyik bir ehemmiyetle tesit edildigini görmek, sonra da küskün Üsküdarin tevekkül, miskinlik ve sükûn dolu bir mahallesine dönmek güç...
Fakat bir taraftan da hazirlaniyorum, terziye kumasimi verdim, yakasi sade, redingot biçimi kahve rengi bir tayyör. Simdiden tahayyül ediyorum: Bir amazon! Ince uzun bacaklari, narin beli, yuvarlak kalçalari üzerinde, henüz diri, sert ve taze memelerile, beyaz sarisin. Mavis bir genç! Burnu biraz basikça, fakat gözleri derin ve güzel, alni küçük ve dar, fakat saçlari altindan bir duman gibi yumusak ve seyyal, disleri biraz egri, fakat dudaklari çilek gibi küçük, toplu ve yuvarlak... Güzel degilse bile çirkin hiç degil.
Oooh... Eglenmege ne kadar ihtiyacim var! Kadin ve erkek dolu, sicak, dumanli yari aydinlik bir salonda iskarpinlerimin ucuna basarak hafifçe kosmayi, meselâ bir küçük "Padöpâsinor" oynamayi ne kadar istiyorum. Kavalyemin temastan ürperen belim üzerindeki kuvvetli ve metin kolunun asabi sevkile, ayaklarimin ucu yerdeki yumusak halidan ayrilmis gibi, musikinin kulaktan dimaga ve oradan da yavas yavas sinirlere yayildiktan sonra kalbi birdenbire çarptiran, costuran, çildirtan sesleri arasinda uçmak, uçmak, uçmak... Hele kavalyenin gözleri güzelse...
Macide zengin bir doktorla evleniyor, doktorun yeni kabine arasinda dostlari varmis, bu nazir efendilerin hepsi geleceklermis, Serefin tabirine göre dügünde, Meclisi Vükelâ toplanacakmis, tabiî Macidenin babasinin frenk dostlari da gelirler, büyük dayimin frenklersiz eglendigi vaki degildir. Tabiî Macidenin o magrur arkadaslari Neziheler, Faizeler, Nazimalar filânlar hep orada olacaklar... Bütün bunlarin içinde beni çok seven bir yengem, bir de Saimedir, Macidenin ablasi. Ben ise oraya Serefle beraber gidecegim, zavalli çocuk, yeni yazdigi siirleri okumak için böyle büyük bir toplanmayi ne zamandan beri istiyordu, ben onu vaktile Saimeye takdim ettigim için dügüne çagrildi. Annem gelmiyecek, "simdi dügün için masrafa girecek, yeni esvap yaptiracak günüm degil, lâcivertlerim de maskaraya döndü, onlarla gidilmez!" diyor, hakki var. Seref ne yapacak acaba? Mutlaka, bugünden saçlarini kivirir, siyah sevyot elbiselerini her gün ütüler, yeni bir kiravat alir, siirlerini temiz kagitlara, yahut acaip, eksantirik bir deftere yazar Ne tuhaf tesadüf, Saimenin aniverserine de Serefle beraber gitmistik, bu ikinci oluyor.
Muhasebedeki mümeyyiz -bu mümeyyiz lâfi da sinirime dokunuyor- yani müstakbel kocam simdi ne yapiyor acaba? Babam kararimizda onu haberdar etti mi? Bana bu izdivaç o kadar rüya geliyor ki, simdi söz verdigime hiç keder etmiyorum. Içimde "olmiyacak!" diye inatçi bir ses var. Olmiyacak, bu izdivaç olmiyacak, ya babam vazgeçecek, ya ben baska bir koca bulacagim, yahut muhasebedeki mümeyyiz ölecek... Ne bileyim ben... Her halde bir seyler... Fakat annemin dedikleri de dogru: Bu mümeyyiz genç, tahsil görmüs. Fransizca bilen, Italyancaya çalisan, alaturka ve alafranga keman çalan, Avrupa görmüs bir adammis. Ben daha bu biçareyi tanimadan, etmeden, yüzünü ve resmini bile görmeden niçin istihfaf ediyorum? Belki kibar, sevimli hassas bir sey? Belki sayisiz kadinlari aglatmis, önüne diz çöktürmüs, arkasindan kosturmus tecrübeli ve tesirli bir erkek? Simdiye kadar aksini söyleyen oldu mu? Hem babamin tarifine bakilirsa çok zeki, ifrit gibi oynak ve parlak bakislari, türlü mânalara gelir, imali sözleri varmis ve baska bir tarife göre pek güzel bir gençmis: Elleri küçük, ince uzun, omuzlarinin üstünde basi çok mütenasip, adeta heykelî, burnu, kulaklari ve agzi küçük -benimki gibi- teninin rengi tatli bugdaymis. Edebiyati ve musikiyi severmis. Pekâlâ, daha ne istiyorum? Macidenin kocasinin nesi var? Biraz zengin, kadin âleminde fazlaca taninmis, biraz cazibeli, biraz güzelce, tabiatile zarif ve yüksek mehafille temasi var, büyük zevklerin tadini almis, hayati anlamis, kadinlari tanir, zevcesini idare etmesini bilir... Nihayet doktor, fakat ne olursa olsun mükemmel adam.
Of... Canim sikiliyor, bu izdivaç meselesi beni sahiden yoracak. Annem benim için: "Bugüne kadar kendisi hiçbir genç begenemedi," diyor. Iste mühim bir nokta: Hiçbir genç begenemedim, dogru, muhakkak... Fakat hangileri arasinda bir mukayese yaptim da begenemedim? Serefin arkadaslari Fahrünnisanin evinde rastgeldigim bir sürü mektep çocuklari, öyle ya, bunlarin mektep çocuklarindan farklari, mekteplerini bitirmeden hayata atilivermelerinden ibaret degil mi? Hepsi gayet magrur, atilerinden emin, türlü, türlü felsefeler, nazariyeler sahibi. Aralarinda ciddi ciddi kararlar veriyor, kendi kendilerini nezaretlere, sefaretlere namzet görüyorlar. Hepsi filesof, hepsi edebiyata merakli, hepsi musikisinas, hepsi salon adami! Halbuki Sereften baska içlerinde siir yazan yok, musiki hiçbiri bilmiyor, salon adamliklarina gelince, Fahrunnisa ile ben olmasak müddeti ömürlerinde kadin nedir, görmiyecekler. Bunlardan biri Tibbiyeye devam etmis, mektepteki anarsiyi begenmeyerek disari firlamis. Âkil Muhtari, Süleyman Numani tenkit eder, büyük doktorlari begenmez, halbuki kendisi edebiyat meraklisidir. Fakat Hâmidden nefret eder, Fikret sair degil marangozdur der, yani sairler ona göre keçi boynuzu gibi tatsizdir. Bir digeri, sultanisinin müdürüile kavga edip mektepten ayrilali daha dört sene olmus, ticaret yapmaga kalkmis, muallimlik etmis, memuriyette bulunmus, hepsinden kibiri yüzünden muvaffak olamiyarak nihayet "Hayat dikenli bir yoldur!" felsefesile bedbin, müskülpesent, o da edebiyat meraklisi! Fakat hiçbiri hayatini kazanamiyor, baskalarini begenmedikleri kadar, birbirlerini de istihfaf ediyorlar, mamafih gece sabahlara kadar sokak sokak dolasiyor, bagira bagira konusuyor, bazen siddetli münakasalar ediyor, bazen adetâ göz yaslari içinde derdlesiyorlar. Iste benim tanidigim, iskelede veya çarsida rastgeldikçe gözlerimi kirparak basimla hafifçe selâmladigim gençler bunlar. Öyle gençler ki, begenilmediklerini kesfetmek söyle dursun, ilk firsatta benimle istihza etmege de hazirlaniyorlar. Kendi geçinmelerini temin etmekten âciz olan bu zavallilarin içinden hangisini tercih etmeli? Içlerinde eskiden tanidigim Seref bile onlara yakin, malüldür.
O halde muhasebedeki mümeyyizle evlenmegi kabul. Ne için? Çünkü baska koca yok, çünkü esini aramak için bir genç kizin muhtelif erkekleri tanimasi yasak! Çünkü o genç kiz, gözleri bagli, elleri titrek, adimlarini sasirmis, esir, kul, köle, izdivacin açtigi meçhul karanlik, sapa, dolambaçli bir istikbale dogru kosmaga ve gözleri açilip aldandigini anladiktan sonra, serin karanlikla ölümünü beklemege mahkûm! Muhasebedeki mümeyyiz, evet, bunu Nedime hanimin tanimasina, görmesine, bilmesine lüzum yok; çünkü Nedime hanim mümeyyiz beyi degil, mümeyyiz bey Nedime hanimi aliyor. Tipki arzu edildigi, yahut eskidigi zaman atilan bir eldiven alir gibi.
Of, ben neler söylüyorum, bunlar hep malûm. Muhakkak olan bir sey varsa ilkbahara daha uzagiz, o vakte kadar, üzerinde hâlâ bir isik gözükmeyen bu dar ve karanlik ormanda yürümek.
***
Babam, Sevki beye meseleyi açmis. (Daha muhasebedeki mümeyyizin ismi Sevki oldugunu yeni ögreniyorum.) Annemin anlattigina göre -babamla Sevki bey arasinda sahne söyle cereyan etmistir;
BIRINCI MECLIS
Babam - Odaci
Babam - (Yazihanesinin önünde, ayakta ve asabî) Mehmet aga, Sevki beyi çagiriniz, baska biri beni sorarsa, kim olursa olsun yok deyiniz.
Odaci - (Manidar) Peki efendim (Çikar)
IKINCI MECLIS
Babam - Sevki bey
Babam - (Mütebessim, biraz heyecanli) Buyurunuz Sevki bey, oturunuz. (Uzakta bir sandalyeye ilisen Sevki beye) hayir hayir, söyle, biraz yakina geliniz.
Sevki bey - (Mahcup) Tesekkür ederim.
Babam - (Sesi titrek) Bugüne kadar sizin hakkinizda besledigim teveccühü bilirsiniz zannederim.
Sevki bey -(Mahcup) Tesekkür ederim. Bir sükût.
Babam -Sizin istidadinizin, zekânizin, terbiyenizin adetâ meclûbuyum... Oglum!
Sevki bey - (Kizararak) Mahcup ediyorsunuz efendim.
Babam - (Masanin üzerindeki kagitlarla oynayarak) Oglum, bilirsiniz ki, bizim gibi yasini, basini almis adamlar için yegâne saadet... (bir sükût, yutkunduktan sonra) sizin gibi gençleri mes'ut görmektir.
Sevki bey (Minnettar) Allah ömürler versin efendim, kendi ülüvvücenabiniz.
Babam - (Magrur) Sizi mes'ut etmek için de istikbalinizle mesgul olmak bana bir vazife...
Sevki bey - Tesekkürler ederim efendim.
Babam -Bunu düsünerekdir ki... (Etrafina bakar) Size... Zaten vaktile de bir kere söyledigim gibi (sesi titrer) Nedimeyi... Bizim kerimeyi... münasip gördüm!
[Sevki bey yerinden kalkar, tehalükle kosar, babamin elini yakalar ve öper, babam da Sevki beye sarilarak onu sefkatle kucaklar].
Iste sahne burada bitiyor. Annemin babamdan aldigi tafsilâta göre, o gün Sevki bey aksama kadar son derece nes'eli imis, hattâ sebebini söylemeden kalemdeki arkadaslarina bir çay ziyafeti çekmis, giderken babama merdivende rastgelerek ihtiramkârane tekrar tekrar elini öpmüs, bütün saadetini babama medyun oldugunu söylemis.
Dogrusu bu haber hosuma gitmedi de degil. Simdi Sevki beye karsi içimde merhametle karisik bir nevi muhabbet duyuyorum, zavalli muhasebe mümeyyizi her halde müdürün kizini almak onun istikbale ait hulyalarina pek muvafik gelmis olacak. Ben Sevki beyin yerinde olmak isterdim: hayattaki arzulari ne kadar sade ve basit bir genç, sabahlari kalkiyor, sakin sakin giyiniyor, perukârdan ögrendigi kadar tuvaletini yapiyor hava yagmurlu ise semsiyesini koluna takarak, aheste, aheste kalemine geliyor. Aksama kadar o karanlik, dumanli, tozlu odanin içinde kalemini kulagina takarak sessiz, gürültüsüz, heyecansiz yaziyor, yaziyor, yaziyor ve bu böyle her gün, her hafta, her ay, her sene devam... Bir gün evlenecek, iste yeni bir adim, bir gün muavin olacak, iste bir tahavvül, bir gün çocugu dünyaya gelecek, iste tebrik edilmege bir vesile daha... Ve böylece hayatin muntazam ve pürüzsüz çizilmis bir hatti müstakimi üzerinde, büyük ihtiraslari anlamadan, derin mânalari kavramadan, adeta duygusuz ve heyecansiz sinir makinesindeki mekik gibi ittiratla gidip gelecek, ne iyi, mes'ut, tam, bütün, kusursuz, eksiksiz mes'ut.
Babam, sofrada dün gece pek magrurdu. Itidalinin ve kuvvetli mantiginin temin ettigi selâmetten haz aliyordu. Kisa ve imali kelimelerle Sevki beyin sevincini anlatti. Çok bol ve istahli yemek yedi, havlusunu titrek ellerile yakaligindan kurtarip ayaga kalkarken anneme dönerek:
-Artik yavas yavas hazirlanmaliyiz. kadinca yapilacak seyleri sen bilirsin. Ben ömrümde bir kere evlendim ve bir izdivaç için yapilacak istihrazati unuttum. Bu gece seninle hususî görüselim ve hatti hareketimizi adetâ bir cetvel tahtinda tesbit edelim.
Ben babanim bu "hususî" kelimesi üzerine hemen ayaga kalktim ve odama çiktim, yine kitaplarimin basina geçtim. Bu sakin dostlar karsisinda her zaman kendi kendime sorarim: bunlar da olmasaymis, su mezarliga yakin mahellede, günesi, bulutlari, yildizlari kapayan hain kafes arkasinda, kendi basima, yalniz, yapa yalniz, arkadassiz, eglencesiz, mesgalesiz ne yapabilecekmisim? Yarabbi, acaba medenî hayatin gürültülerinden uzak kalmak da biz Türk kizlari için bir kâr mi? Söyle bir frenk kizi, benim gibi ve benim kadar, böyle küçük kitap daglari arasina gömülerek, bir çok erkeklerin bile nefret ettikleri agir felsefe mevzulari üzerinde göz, fikir, muhakeme ve muhayyele yorar mi? Daha yirmi üç yasinda bir genç kizin tabiatin verdigi katî emirler hilâfina, bu derece mücerret, seyyal, agir bir zihin isini bu kadar inat ve israrla takip etmege çalismasi gülünç degil midir?
***
Yirmi üç yas! Bu cümleyi tekrar etmek beni ekseriya çildirtir. Gençligin ilk gününden bugüne kadar, söyle böyle, on sene geçti. On seneden beri, ben su sagir ve dilsiz duvarlar arasinda, sesimi baskalarina isittirmekten, hislerimi baskalarina duyurmaktan, fikirlerimi baskalarina söylemekten mahrum, kendi kendime bin türlü ihtiyaçlarimi sakliyarak bin bir türlü arzularimin, heveslerimin külden birer kule gibi yikildiklarini görerek, talihe karsi bazen müstehzî, bazen mütevekkil, bazen âsî, fakat ekseriya maglûp aglayarak yasiyorum; birinci gençlik, yirmi yasin gençligi, geçti, heyecanlarin en taze, kalbin en dolgun, ruhun en çevik ve canli seneleri geçip gitti. Ben simdi, yirminci yasin hazlarini, heyecanlarini tatmamis, ilk gençligin kendine mahsus hislerini ve galeyanlarini duymamis bir kizim. Hiç kimse beni yirminci yasin o muattar tazeligi, bekâretin o çilgin ve nes'eli bahari içinde tanimadi. Gözlerimin saniyeler zarfinda parlayan, açilan, koyulasan, derinlesen, kâh bulutlar gibi mavi, kâh dereler kadar sakin, kâh günesler kadar parlak, sabahleyin açik yesil, ögleyin sarimtirak, aksamlari lâcivet ve geceleri siyah renklerini odamdaki küçük aynadan baska hiç kimse görmedi. Kaç defalar, vücudumun fildisi gibi parildayan, yanan, arasira kivilcimlanan beyaz, ince, yaldizli nescine bakarak tabiatin pek nafile yere bana verdigi bu gençlik hazinesinin kendi kendine tükenip gittigine sizladim, sizladim ve sizladim. Kaç defalar kendimi, basik tavanli odamin içinde, yüz bir senelik korkunç yalnizlik çilesini doldurmaga mahkûm, günesten uzak, yildizlardan uzak, nagmelerden uzak, sevgilerden uzak kimsesiz ve himayesiz kürek mahkûmlarina benzetiyorum; kaç defalar karyolama girerken demirlerin müstehzî gicirtisina yastik örtümün benim kokumu bana iade eden serin ve hissiz temasina haykirmak istedim. Gençlik gidiyor, gençlik gidiyor, arkasinda yikik ve çürümüs bir et yigini paslanmis bir kalp, kanlar içinde bir sinir kümesi birakarak, gidiyor...
***
Macidenin dügünü yarin. Günler ne çabuk geçiyor.
Terzi bugün kostümümü getirdi: Enfes, süperrop, fevkalâde, harikulâde: Aferin bu kadina, yalniz modellerdeki incelikleri kavramakla kalmiyor, vücutlarin hususî tesekküllerini de anliyor, makasinda bir sihir, büyü, efsun var. Memnunum, çok memnunum... Sabahleyin Fahrünnisadan dönerken Serefe rastgeldim, perisan, daginik, saskin bir halde idi, telâsla anlatti:
-Nezle oldum, eczaneden mentol aldim.
-Nezle o kadar korkulacak sey degil!...
-Evet ya...
Elimi sikarak süratle ayrildi. Zavalli sair, ben onun nezleden niçin bu derece ürktügünü anlamiyor degildim, adeta büyük bir bayramin arefesinde, sesile muvaffakiyet temin edecek bir gencin nezle olmasi sahiden felâkettir. Benim nezlem filân yok. Ah! Unutuyordum yeni iskarpinlerimin içine biraz kalin kagit geçirmek lâzim, çünkü ayaklarima biraz bol geliyor. Zarar yok, iskarpinler büyük olsun, ayaklar olmasin da... Bir de lavanta alacaktim: "Bir gün gelecek ki..." almali. Ne güzel isim, bir gün gelecek ki... Bir gün gelecek ki... Kafir ecnebiler, fabrikacilari bile sair insanlar, bir gün gelecek ki... Yani vaid, ümit...
Nedense, Macidenin dügünü bana, Sevki beyle nisanlanmaktan ziyade heyecan veriyor. Sevki beyle nisanlanmak, bizim eve Feraset dadinin arasira ugramasi kabilinden, küçük, küçük, basit, sade bir sey... Fakat saka degil, nihayet bu Sevki bey bizim eve gelecek, fesini ceketini bana süpürtecek, elbiselerini ütületecek, ihtimal ki kalemdeki yazilarini da yazdiracak, bana dertlerini açacak, ihtiyaçlarini anlatacak, bazen kizacak.