NECIP FAZIL KISAKÜREK

26 Mayis 1904 tarihinde Istanbul'da dogdu. Ilk ve orta ögretimini Mahalle Mektebi, Gedikpasa'daki Fransiz Mektebi, Amerikan Koleji, Büyükdere'deki Emin Efendi Mahalle Mektebi, Büyük Resit Pasa Nümûne Mektebi, Vaniköy'deki Rehber-i Ittihat Mektebi gibi degisik okullarda gördü. Mekteb-i Fünun-i Bahriye'den mezun olan (1922) Necip Fazil Darülfünûn'un felsefe bölümüne girdi ve mezuniyetinden sonra ( 1925) Maarif Vekaleti bursuyla Fransa'ya giderek Sorbon Üniversitesi'nde bir yil felsefe okudu, devam etmeyip yurda döndü. 1926-1939 yillari arasinda Ankara, Istanbul, Anadolu'da Hollanda, Osmanli ve Is Bankasi'nda memur, müfettis ve muhasebeci olarak çalisti. Bir Fransiz mektebinde, Ankara Devlet Konservatuari'nda, Istanbul Güzel Sanatlar Akademisi'nde, Robert Kolej'de ve Dil tarih ve Cografya Fakültesi'nde hocalik yapti (1939-1943). Son Posta, Yeni Istiklal vb. gazetelerde fikralar yazi, 1936'da (17 sayilik) Agaç dergisini çikardi. 1941'den itibaren hayatini yazilariyla kazanmaya çalisti. 1943 yilinda çikardigi Büyük Dogu mecmuasini kesintilerle 1978'e kadar yayimladi. Yazilari nedeniyle muhtelif kogusturmalara ve mahkumiyetlere ugrayan Necip Fazil, 25 Mayis 1983 tarihinde Istanbul'da öldü.

Öykü Kitaplari
Birkaç Hikâye Birkaç Tahlil (1933), Ruh Burkuntularindan Hikâyeler (1965), Hikâyelerim (1970)

Öykü - ESKi ELBiSELERiN HÂFIZASI 
Kapaliçarsi'da birkaç istikametten düdük sesleri gelmeye basladi. Bu, her aksam üzeri çarsi bekçilerinin verdigi bir isarettir ki, kapanma saatinin geldigini ve dükkanini kapamaya geç kalanlarin acele etmesini ilân eder. O saatte Sahaflar Çarsisi tarafindaki büyük kapidan içeri bir göz atmak korkunçtur. Çarsi, kimi kapanmis, kimi kapatilmaya ugrasilan iki sira dükkanin çizdigi, karanlik ve nerede bittigi belirsiz bir dehliz halinde uzar. Ayrica kepengi olmayan bazi vitrinli magazalarin camekânlarindaki esya, bütün gün üzerine serpilen elektrik ziyasindan ayri düsünce, korkularindan büzülürler ve camdan, çarsinin tenhalasmis yolunu görmemek için gözlerini yumarlar.
Yine o saatte çarsidan geçenlerin adimlari o kadar hizli ve halleri o kadar telâslidir ki, üç adim geride bir cinayet islnemis farzedebilirler. Sanki tepelerindeki kursun kubbe biraz sonra çökecekmis gibi, çarsinin tâ öbür basinda gündüzün son beyazligini çevreleyen kapidan bir an evvel geçip, temiz havaya kavusmak için can atarlar. O saatte çarsidan geçen herkesi görünmez bir elle arkasindan iterek kapilardan disariya atan ve agir kilitler, keskin gicirtilarla kapanan iki tunç kapinin arasinda tek basina kalmak isteyen, sanki bir mâna, bir ruh vardir. Vehimleri seven bir adam için bu ruhun yuva kurdugu yer eski elbiseciler tarafidir.
Düdük sesleri seyreklesmis ve eski elbiseci, dükkaninin yola dogru uzanan peykesindeki mankenleri omuzlayarak içeriye aldiktan sonra kepenkleri kapatmisti. O günkü kazancini burusuk bir zarfin içine doldurup cebine atti. Kepenkleri bir bel kemeleri gibi saran demir kolu muayene etti.. Kilidi vurdu ve arkasina bakmadan agir adimlarla ileriye dogru kayboldu.
Kullanilmis elbise giyen, siyah boyali, dört bassiz manken, küf kokan tas kubbeli daracik dükkânin içinde yüz yüze duruyordu.
Koyu karanlikta birbirini görüp görmedikleri malûm degildi... Dördü de dükkân sahibinin gittikçe uzaklasan ayak seslerini dinleyip artik hiçbir sey duymaz olduktan sonra hâlâ gizli bir ses isitiyormus gibi müddet dalgin beklediler. Tas kubbeden rutubet damlalari halinde sip sip süzülen, âdeta, yürüyen zamanin ayak seslerini sayan bir âhenk duyuluyor.
Mankenlerden biri fisiltiyla yanindakine hitap etti:
-Bak su karsimizdaki koyu elbiseliyi görüyor musun? Yahudi, bugün satin aldi onu... haydi konusalim!
Öbürü basini salladi:
-haydi konusalim!
Üçüncü mankenin de etegini çektiler:
-Haydi konusalim!
Ilk söze baslayan manken yeni gelene dönerek sesini biraz daha diklestiri:
-Bugün seni yahudiye getiren genç ne kadar da solgun yüzlüydü. Sönük gözlerinin mânasini, karanlikta ancak biz anladik. Üstünde, kollari iki parmak kisa gelen bir ceket, bol gelen bir pantalon vardi. Belliydi ki, o elbise, bir arkadasindan bir günlüge alinmis elbiseydi. Seni fena baglanmis bir paket içinde, koltugunun altinda tasiyordu. Sen onun yegâne elbisesiydin, degil mi?
Ve üç manken, yeni gelenin henüz hiç isitmedikleri sesini duymak için kulak kabarttilar.
Yeni gelen cevap verdi:
-Evet!
Fakat bu tek kelimelik cevap, o kadar resmi ve ses o kadar maskeliydi ki, yeni gelenin içyüzünü anlamak, kâbil olamadi. Aylardan beri bu dükkânda oturan, yahudilesen öbür mankenler, hemen ittifak ettiler ki, yeni geleni anlayabilmek için ona uzun bir cümle söyletmelidir.
Içlerinde en kidemli ve açik gözlü, ilk söze baslayan manken devam etti:
-Biz o gence ne kadar sastik. Senin gibi iyi kumastan ve iyi terziden çikmis, ana ve baba tarafindan asil bir elbiseyi hiç pazarlik etmeden yahudinin ilk verdigi paraya birakiverdi. Genç, paralari alirken dikkat ettim. Öyle bir nefretle aldi ki, müthisti. Parayi alirken bir anda gözleri yahudinin siyah tirnaklarina takildi. O kadar... Sonra dükkânin önünden uzaklasti. O nasil uzaklasisti o... Biz ki, bassiz tahta mankenler, her seyi görür ve anlariz; eminiz ki, o genç sokagin kösesini döner dönmez: "Yahudi arkamdan geliyor. Simdi satin aldigi elbiseyi geri vererek vazgeçtim diyecek..." diye kosa kosa kaçmistir. Halbuki bu neticeye asil kendi lâyik olan yahudi, o anda keyfinden benim omuzlarimi oksamis ve bir dükkânci komsusundan ödünç bir sigara istemisti. Gencin elbise paketini uzatirken titreyen parmaklariyle, yahudinin elbiseyi muayene ederken suratinin zoraki somurtusu hiç hatirimdan çikmayacak. Seni bu sekilde satmasi için kimbilir o genç ne büyük bir ihtiyaca düsmüs olmali, degil mi?
Ve yine üçü birden, görünmeyen basini, teessürden gögsüne düsmüs farzettikleri yeni gelen mankenin artik içini dökecegini tahmin ederek beklediler. Yeni gelen gene kisa cevap verdi:
-Evet...
Artik yeni arkadaslarinin agzindan bir söz almak için:
-Anlatsana, kuzum bize gencin hikâyesini anlatsana!
Demekten baska çare kalmamisti. Halbuki bunu söylemeye üçü de tereddüt ediyorlar ve karanlikta, elsiz kollarini büyük bir heyecanla inip kalkan tahta gögüslerine bastirarak bu suali sorduracak cesareti yüreklerinde biriktirmeye çalisiyorlardi: Yeni gelenin kumasi gibi asil sükûtu, onlarin merak ve heyecanlarini arttirdigi kadar cesaretlerini de kirmisti. Yine en akillilari olan birinci manken bütün zekâ ve inceligini toplayarak son bir hücuma kalkismak istedi. Fakat gözünün önünden geçen bir hayâl, son sahibinin hayâli dudaklarini kilitledi. Artik o, yeni gelen genci söyletmek degil, kendisini söylemek istiyordu:
-Ah, bilsen biz senin istrabini ne iyi anliyoruz! Biz ki
her seyi görür ve anlariz! Düsün, bir elbiseyle bir vücut arasindaki esrarli rabitayi düsün. O elbise ki, terzinin elinden vücudunun basit hendesesine göre yapilmis mânasiz bir kalip halinde çikar ve sonra bir vücuda yapisip onun bütün hareketleriyle yasamaya baslayinca ne hale gelir, düsün! Baslangiçta dümdüz bir alin gibi hiçbir sey ifade etmeyen elbiseler atilacagi güne kadar vücudun her hareketini saniyesi saniyesine kaybeden korkunç bir hâfizadir. Birçok oturus sekillerinin kabarttigi diz kapaklarimizi düsün! Her duygunun hususi bir biçim verdigi omuzlarimizi düsün! Kambur vaziyetlerinde nasil arkaya toplândigimizi, bütün mafsal yerlerinde nasil halkalastigimizi düsün! Vücudun sonsuz hareketleri içinde bize düsmeyen pay hangisidir? Bunlarin içinde sefaletlerin, açliklarin, ihtiraslarin, cinayetlerin, coskunluklarin, kahkahalarin alnimiza çizdigi hep hususi bir çizgi vardir. Insanlar sanirlar ki, bizim üstümüzdeki her çizgi, her intiba, bir diger çizgi veya intiba ile silinir, hepsi birbirine karisir, mânasiz bir halita olur ve sonunda biz eskimis bulunuruz. Eskiriz, fakat insanlardan evvel eskidigimiz için onlardan daha ince ve hassas olan biz, bütün çizgiler ve intibalarimizi hep birbirinin içinde saklariz. Bu böyle bir halitadir ki, bunun dügümünü ele geçirebilen göz onu çözdükçe, dogumumuzdan ölümümüze kadar bütün hayatimizi, zamanin atomlari içinde sikistirir ve bu korkunç, ah, bu korkunç hafiza küpü içinde, mazinin, birbirinin üstünden akan küçük yilanlar halinde nasil kaynastigini görür. Fakat o göz kimde vardir? Kimsede... yalniz bizde... Biz ki, her seyi görür ve anlariz, seni görüyor ve anliyoruz... Bize artik hikâyeni anlatma!... Ne lüzum var? Biz onu biliyoruz. Ben sana kendi hikâyemi ne diye anlatayim? Sen de onu bilirsin. Beni bir ölünün üstünden çikardilar. Burada satin alacak adam bekliyorum. Öbürü tipki benim gibi, bugün bir ölünün üstünden çikmadiysa yarin ikinci gün veya üçüncü gün çikacak. Düsün, düsün, biz insanlardan evvel eskidigimiz halde kaç insan eskitiyoruz? Bizim istirabimizi düsün! Biz vücutsuz kalan bir elbise miyiz, yoksa elbisesiz kalmis bir istirabin vücudu mu?
-Evet...
Üç manken de yeni gelen mankenin üçüncü "evet" kelimesini söyledigini zannettiler. Halbuki o hiçbir sey söylemeden susuyor ve o anda dükkânin tas kubbesindeki pencereden giren ay isiginda, omuzlarinda solgun yüzlü gencin basi oldugu halde, gözleri hayret ve korkuyla açilmis dükkânin kirli aynasinda kendisini seyrediyordu.