MEHMET RAÛF
12 Agustos 1875 tarihinde Istanbul'da dogdu. Ilk ve orta ögrenimini Balat'daki mahalle mektebiyle, Sogukçesme Askeri Rüsdiyesi'nde gören Mehmet Raûf, Bahriye mektebini bitirerek (1893) deniz subayi oldu. 1894'de staj için Girit'e, 1895'de Kiel kanalinin açilis merasiminde bulunmak üzere Almanya'ya gönderildi ve dönüsünde Trabya'da elçilik gemilerinin irtibat subayligina atandi. Üç kez evelenen (ilki Tevfik Fikret'in halasinin kizidir) ve çesitli gönül maceralari pesinde sürüklenen Mehmet Rauf 1908'den sonra bahriyeden ayrilarak, hayatini yazarlikla kazanmaya çalisti. Cumhuriyet devrinde kadin dergileri çikarmasina, ticaretle ugrasmasina ragmen eknomik sikitilardan bir türlü kurtulamadi ve yoksulluk içinde, 23 Aralik 1931 tarihinde Istanbul'da öldü.
Öykü Kitaplari
Ihtizar (1909), Âsikane (1909), Son Emel ( 1913), Hanimlar Arasinda (1914), Kadin Isterse (1919), Üç Hikâye (1919), Ilk Temas Ilk Zevk (1919), Pervaneler Gibi (1920), Safo ve Karmen (1920), Gözlerin Aski (1924), Ask Kadini (1923), Eski Ask Geceleri (1927)
Öykü - HEP ONLAR IÇIN
Sabahleyin Bedri Bey memuriyetine gitmek üzere hazirlanip bir kere öpmek için kizlarinin odasina geldigi vakit, onlar karsi karsiya kurulmus karyolalarinda henüz sütlerini içmekte idiler. Babalarinda onlar için nasil âtesin bir iptilâ varsa, onlarda da babalarina karsi o kadar çilginca bir merbutiyet vardi. Bunun için hemen sütlerini birakarak firladilar; onu kolundan tutup bir kanepeye oturttular, biri bir dizine, öbürü öteki dizine yerlesti.
Leylî mektepte tahsillerini ikmâl ederek eve geldikleri üç aydir, bu artik her gün âdet olmustu. Her gün kalemine gitmeden evvel onlarin odasina girer, kollarinin arasinda, saçlarinin içinde, bes on dakika vakit geçirir ve aksama kadar bu nüvazislerin rayihasi ile mes'ut olurdu. Yalniz küçük seytanlar, bu saadeti ona pahaliya satiyorlardi: Arasira babalarinin kulagina fisildayarak, gizlice küçük siparislerde bulunurlardi. Bu bir gün bir kutu pudra, öbür gün bir kitap, baska bir gün bir sise lâvanta, yahut bu gibi seyler olurdu.
Hem böyle istenip alinan sey mutlaka bir çift olacakti. Çünkü nasil güzellikçe, zerafetçe, ahlâk ve zekâca çift iseler, her seyleri de hep çift olmak zarûrî idi. Ana, baba kizlarinin mes'udiyeti için sevine sevine feda-yi hayat edecek derecede merbutiyet gösterirler, onlari birbirine karsi çirkin hislerden vikaye için aralarina zerre kadar nifak sokacak firsatlardan hazer ederler idi. Büyügü Vildan, ne kadar âtesin ve muhteris ise, küçügü Müjgân da o kadar halim, o kadar mûnis idi. Iste ananin ve babanin bütün îtinâsi yavrularini bu huylarina göre idâre edip birinin ihtirasini, digerinin sükûtunu, her türlü infialden, inkisardan siyânet etmekte temerküz ederdi. Bunun içindir ki, birine alinan sey, ayniyle digerine de alinmak bir âdet olmustu. Bu sebepten Bedri Bey, aldigi bütün bu küçük seyleri çift almaya ehemmiyet verirdi. Anneleri onlarin böyle lüzumsuz heveslerine, delice arzularina karsi pek mâkul bir mukavemet gösterse de, baba, onlara karsi bilhassa bu hususta zaafi-i mücessem oldugundan hiçbir sey esirgemezdi. En ehemmiyetsiz bir tavirla söyledileri en ednâ bir seyi bile kalbî bir mecburiyetle en muazzez bir vazife telâkki ederdi.
Vildan ile Müjgân bunu bildiklerinden babalarinin bu zaafindan istifâde için ellerinden geleni yaparlar, baba ise, bile bile mes'ut ve memnun, her fedakârliga minnetle hazir bulunurdu.
Bu sabah ikisinin de fevkalâde mültefit oldugunu görünce kendi kendine "Yine bir sey isteyecekler!" dedi ve memnûn oldu. Çünkü onun en ilâhî saadeti yavrularini memnûn etmek, istediklerini alarak onlari sevindirmekti.
Onlar, öptüler, öptüler, öptüler, gamze, nüvazis yagdi yagdi, yagdi. Nihayet Vildan kulagina egilerek fisildadi: Yarin degil öbür gün bir mektep refikalarini ziyarete gideceklerdi. Halbuki eldivenleri hem kirlenmis, hem de delinmisti... Vâkia anneleri bunu biliyordu ama, onunla berâber çarsiya gidinceye kadar... Hemen; "Peki yavrum... Peki..." diye rengini, numarasini ögrendi. Müjgân bir taraftan: "Aman babacigim sakin annem duymasin..." Vildan ise: "Sakin ha, sonra elinden kurtulamayiz vallahi..." diyordu. Bedri Bey, kendilerine annelerinden daha yakin olduklarini gördügü için onlarla berâber böyle gizli seyler yapmakta derin bir saadet bulurdu. Bunun için onlari temin etti. Ikisinin de yanaklarindan gül mükâfatini alarak veda etti.
***
Sokaga çiktigi vakit, kendi kendine: "Eldiven... Evet, fakat acaba kaça?" diyordu.
Harbin son senesiydi. Esyâ pek nâdir ve son derece fiyatliydi. Bedri Bey kendi kendine iki çift eldiven için üç lira kadar tahmin etti, fakat o anda cebindeki paranin buna yetisip yetismeyecegini düsünmeye basladi. Yetisse bile, ay basina kadar masraflari temin edecek kadar para artmiyacagini hesap ediyordu.
Maasindan, Mahmutpasa'da zevcesinin dükkânlarindan ellerine geçen para ile müzayaka içinde, bin müskilât arasinda çirpinmakta idiler. Ana baba ne yapip yapip kizlarini bu müskilâttan haberdâr etmemek, onlari bu çirkin sefâletle ru-ber-ru birakmamak için gayret ediyorlardi. Bütün bu paradan kendisine ögle yemekleri için cüz'i bir miktarini ayirarak hâne ve mesârif-i sâire için zevcesine teslim eder ve bir seye karismazdi.
Vildan' la Müjgân yati mektebinde iken, o vakit fiyatlar da daha müsâit oldugundan oldukça refâh içinde idiler; vâkiâ mektebin leylî ücreti umûmî pahalilik yüzünden tezyid edildigi vakit bunu tedârik edip vermekte birçok müskilâta düsmüsler, hâne masraflarindan birçok fedakârlik etmislerdi. Fakat simdi çocuklari artik eve yerlestikleri için ev masrafinda o kadar siki bir imkân-i iktisat yoktu; halbuki fiyatlar dehsetli surette yükseldiginden iki ucu bir araya getirmek için son derece müskilât içinde didinmekte idiler. Bu arada Bedri Bey, bir küçük fâide olur diye, kendi için ayirdigi paradan kisarak, lokanta fiyatlarinin müthis tezâyüdüne ragmen, bu gâyet cüz'i para ile son derece idâreye mecbur kaliyor ve kizlarinin istedigi seylere de bu para ile yetismek için pek çok sikiliyordu.
Harpten evvel, en müstesnâ lokantalara devam eder, nefaisperver zevkine tebaen kendine ziyafet çeker, muntazam, mükellef bir hayat sürerdi. Halbuki harp baslayip da yavas yavas fiyatlar yükseldigi gibi, hele mektep ücretleri de tezâyüd ederek idâreye mecbur olunca bu ziyafetler bir hayâl olmus, yemeklerde imsake listeyi eline alinca fiyatlari mukayeseye baslamisti.
Fakat, bu temmuzdan beri kizlari mektepte tahsillerini ikmal ederek, evde yerlesip de zaten cüz'i olan bütçesine bir de onlarin siprarisleri inzimam edince, artik eski lokantalari terk edip, ikinci, üçüncü derecede lokantalarin yolunu ögrenmisti. Fakat Bederi Bey, bunu yavrulari için, baska bir insirah duyarak yapiyordu. Böylece, en ucuz lokantalara kadar gittigi ve bu arada, hattâ en ucuz yemeklerle kanaat ettigi de oldu. Kendi kendine: "Iste pekâlâ, böyle de oluyormus... Ne fark var sanki?" demege bile baslamisti. Hattâ geçen ayin sonunda iki gün simit peynir yemege bile mecbur olmus ve "Onlar için..." diye yine memnûn kalmisti.
***
Iste bugün, bilhassa cebindeki paranin kâfi olmadigini görünce "Vay, iste bu fena... Simdi ne yapacagiz?" diye söylendi. Ugradigi bir iki magazadan kizlarinin istedigi gibi eldivenlerin yüz elliser kurus oldugunu ögrendi, halbuki iki çift eldiven aldiktan sonra yaninda o kadar az para kalacakti ki, hiçbir seye yetismezdi.
Eldivenleri alsa, ay basina kadar baska bir sey lâzim olsa ne ile alacakti? Zevcesinden hiçbir sey ümit edemezdi. Ondan bir muavenete nâil olmak için, her seyi kendine itiraf etmek lâzim gelecekti. Annelerinin itabina dûçâr olunca, yavrularinin nasil dilhûn olacaklarini düsünerek buna mâni olmak için her ezâya râzi olurdu.
Ne yapacagini bilmeyerek agir agir dükkânlarin önünden yürüyordu. O esnâda ara sira yemek yedigi bir lokantanin önünden geçti, garson onu taniyarak içeri girecek zanniyle yol verdi. Bedri Bey o vakit meselenin eldivenler alininca, yalniz ay nihâyetine kadar baska sey alacak parasi kalmayacagindan ibaret olmadigini, bu birkaç gün zarfinda ögleleri ne yiyecegini de düsünmeye basladi. Karni da iyice açikmis oldugundan, bu mesele her halde daha âtesin bir ehemmiyetle onu mesgul ediyordu. Hayir, isin mâkûlü, bugün bu eldivenleri almaktan vazgeçmekti. Meselâ bugün unuttugunu, yarin vakit bulamadigini söyler, üçüncü günü Cuma oldugu için tabiî Istanbul'a inilmezdi.
O vakte kadar da is belki unutulurdu. Fakat Bedri Bey'in hayalinde Vildan'la Müjgân'in mahzûn, münkesir tavirla duruslari, sonra, eldivenleri görünce, boyuna sevk ve minnetle atilislari geçiyor ve bu saadet için her fedâkarliga razi olacagini teslim ediyordu.
Acaba yalniz bir tânesine, meselâ Vildan'a alip Müjgân'a da bir iki gün sabretmesini söyleseydi... O vakit biri sevinecek, öbürü pek mahzûn olmasa bile, digeri kadar sevinemiyecekti... Halbuki Bedri Bey, kizlarinin yalniz mahzûn olmalarina degil, mesrûr olmamalarina da tahammül edemiyecek kadar tâziz ediyordu. Buraya gelince kendi kendine hayret etti. Onlarin ikisini birden ilâhî bir sevinç ile boynuna sarilip: "Ah mersi babacigim..." diye fikirdatacak bir firsat çikmisti, o hâlâ miskin düsüncelerle tereddüt ediyordu, öyle mi?
Kendine, hodperestligine lânet etti. "Ne olursa olsun, alacagim..." diye söylendi. Ama kenidisi parasiz kalacak, birkaç gün hiçbir sey yemeden açacina gezmeye mecbur olacakti: "Adam sende, ne olur?" diye omuz silkti, onlarin birini bir dizine, öbürünü öbür dizine oturtup gözlerinde parlak meserret ve sükran dalgasiyle bahtiyar olmak varken, baska neyin ehemmiyeti olurdu?... Vakia aksama kadar bir sey yememek de kolay olmiyacakti. Bedri Bey, buna tekrar omuzlarini kaldirarak: "Onlar sevinsinler de..." dedi ve eldivenleri almak için magazaya daldi.
***
Ömründe belki ilk defa bir sey yemeden geçirdigi bu uzun günün aksami, bîtap ve harap eve girdigi vakit, dogru kendini kizlarinin odasina atti. Eldivenleri teslim ettigi zaman, ikisi de boynuna sarilmislar, tesekkür ediyorlardi. Bedri Bey gözlerini kapiyarak bu buselerin, bu sevincin elbette yiyecegi yemege bin kere müreccah oldugunu düsünüyordu.