HALiT ZiYA USAKLIGiL
Halit Ziya'nin ailesi, "Usak'ta helvacilikla ugrasirken, Izmir'e göçerek "Ussakizadeler" diye anilmaya baslayan zengin bir ailedir. Bu aile, isleri çok gelisince Istanbul'a da bir sube açti ve bu subeyi sermayesiyle birlikte ogul Haci Halil Efendi'ye verdi. Halid Ziya, Haci Halil Efendi'nin üçüncü çocugu olarak 1866'da Istanbul'da dogdu. Istanbul'da ilk mektep, askeri rüsdiye... (1873-1878) Babasinin isleri kötü gitmeye baslayinca Halid Ziya annesiyle birlikte Izmir'e dedesinin yanina gönderildi. Ögrenimini Izmir Rüsdiyesi'nde sürdürdü. (1878) Bu arada babasinin islerini düzene koyup Izmir'e gelisi ve yeni bir ticaretevi açisiyla siginti olma düsüncesini de zihninden atan Halid Ziya, ikinci bir okula hazirlik için Frenk Mahallesi'nin Alioti bölümündeki Auguste de Jaba adli avukatin emrine verildi. Halid Ziya, babasinin katibi olarak ise basladi, bu is edebiyat merakiyla pek bagdasmadigindan yeni is tavsiyelerini dikkate aldi, ancak Istanbul'da hariciyeci olmak için yaptigi basvuru sonuçsuz kaldi. Izmir'e dönüsünde Rüsdiye ögretmenligine basladi ve akabinde Osmanli Bankasi'na girdi. Istanbul'da Reji Genel Müdürlügü'nün baskatiplik teklifini kabul ederek Izmir'den ayrildi (1893). Reji'deki çalisma günlerinde Servet-i Fünun'a da katilarak edebi faaliyetlerini yogunlastiran Halid Ziya, Mesrutiyet'ten sonra bir süre Darülfünun Edebiyat Fakültesi'nde Bati edebiyati okuttu sonra Mabeyn Baskatibi oldu (1909). Buradan ayrildiktan sonra memuriyete dönmeyen ve tüm zamanlarini edebiyata veren Halid Ziya 23 Mayis 1945 tarihinde Istanbul'da öldü.
Öykü Kitaplari
Bir Izdivacin Tarih-i Muâsakasi (1888), Bir Muhtiranin Son Yapraklari (1890), Nâkil (4 Cilt yerli ve yabanci öyküler: 1892-1894), Bu Muydu? (1894), Heyhat (1896), Küçük Fikralar (3 Cilt: 1896), Bir Yazin Tarihi (1900), Solgun Demet (1901), Bir Si'r-i Hayal (1914), Sepette Bulunmus (1920), Bir Hikâye-i Sevda (1922), Hepsinden Aci (1934), Onu Beklerken (1935), Aska Dair (1935), Ihtiyar Dost (1937), Kadin Pençesi (1939), Izmir Hikâyesi (1950)
Öykü - ZERRIN'IN HIKAYESI
Evimize Meçhul bir yerden gelmisti. Ilk önce bahçe kapilarinda, pencere kenarlarinda kuyrugunu kaldirarak, sirtini kamburlastirarak, minimini basinin zarif toslariyle duvarlara sürünerek, evden bir kabul lütfu bekleyen, biraz daha müsevvik iltifata ihtiyaç gösteren bir istirham hali vardi.
Ev halki ona pek mültefit görünmedi, ben de hayatimda birçok kedi dostlar bulunmasina ragmen, evvelâ, gelip muhabbetini kabul ettirerecek bir yer aramakla mesgul bu serseri sari kedi hakkinda hususi bir temâyül hissetmedim. Fakat o, içeriye girmeye cesaret edemeyerek, nihayet en büyük cür'eti kiynasik kapilardan basini sokup, güyâ bir evin içinde kendisine bahsolunabilecek saadet hayatindan kamasmis zannolunan gözlerinin süzgün nigâhile, muhterizane bakmaktan ileri gidemedi.
Bir müddet çöp tenekesinin içinden, tiksinen tirnaklarla sunu bunu çekerek, kibar tab'ini su aci tecrübelere mahkûm eden mukadderata homurdanarak geçinmeye çalisti. Galiba geceleri bir delikten kömürlüge girer yatardi. Her gün sari kürkünde fazla bir kirle görünürdü; ve nihayet böyle, evin huzur ve refahi ömrü kenarinda geçirilen su sefil hayati mümkün mertebe tamir edebilmek için günesli bir yer bularak uzanir, uzun uzun, ince pembe dilinin darbecikleriyle yalanir, büyük bir tekellüf ve ihtimami ile temizlenmeye, süslenmeye çalisirdi.
Bu tezeyyün hakkina iki suretle mâlikti. Evvelâ kedi olmak itibariyle, sonra genç olmak itibariyle, ve bu ikinci zeminde aramizda bir müsahebetin incizabi vardi. Henüz bana pek sokulmuyordu, fakat anliyordum ki o da bana müncezibdir. Bazen bahçede bulusurduk. O, bir tarafta süslenerek, ben diger bir tarafta okuyarak... Gözlerim kayar, gider, ona dalardi; o fark ederdi ki kendisini seyrediyorum, fakat görmemislige gelerek yalniz tabiî haline katilan fazla bir dikkatle, tavirlarinin daha zarif olmasina çalisan bir kadin hissiyle, süsünde devam ederdi.
Zaten o bir kadin gibiydi, kalbimde tamamiyle hükümrân olduguna emniyet hasil etmeden evvel bana gelmeye karar vermemis görünürdü. Birkaç kere elimle davet ettim, "pisi pisi" dedim, o biyiklarini hafifçe kaldiran bir istihza ile gülümseyerek bakti, tamamiyle reddetmedi: "—Belki daha sonra... Simdilik pek mütemayil degilim, fakat ne yalan söyleyeyim, pek hosuma gitmiyor degilsiniz amma bakiniz aramizda epeyce uzun bir mesafe var. Buradan kalkmak, oraya gitmek, bu oldukça uzun bir is... Ayip degil a, biraz üseniyorum. Surada ne güzel, tembel tembel yatiyorum. Hos, pek de tembel degilim ya, bir dakika sonra, biraz evvelki gibi, gene süslenmekle mesgul olacagim. Beni rahat birakiniz, rica ederim, su halimde devam edeyim. Daha sonra eger beni tamamiyle seveceksiniz, belki..." demek istiyordu. Her halde öyle geçerken oksanmaya, bir dakikalik sevgiyi müteakip tekme ile kovulmaya muvafakat etmeyecekti.
Artik ona biraz daha dikkat ediyordum. Toplu bir basi, tatli gözleri, pembe bir burnu vardi. Tamamiyle sari idi ve ötesinde berisinde sari tüylerinin daha koyuca, sanki tersine dönmüs de gölgelenmis, dalgalari vardi. Ve bütün halinde hayata yirtmaktan ziyade sevmek, fakat sevmekten evvel sevilmek için gelmise benzer nazenin bir edanin bayginliklari vardi. Farkedilmezdi ki, bir küçük pudra tüyü temasiyle yüzünü gözünü silip temizleyen ellerinin ucunda, lüzum görülünce yirtabilecek çengellerle birer pençe mevcut olsun.
Bir gün, sonbaharin son günlerinden birinde, pencerenin kenarinda oturuyordum, hopladi, o da disaridan, pencerenin kenarina geldi.
Evvela beni orada görmekten sasirmis zannolundu, fakat tereddüdünde vekardan ayrilmamak isteyen bir kibarane takayyüd vardi. Galiba düsündü ki vahsiyâne atlayip kaçmak pek zerafete muvafik olmayacak. Yavasça, ön ayaklarini dayayarak, arka ayaklarinin üstüne oturdu. O bana, ben ona, bakistik. Aramizda fasila olarak yalniz camdan ibaret seffaf bir tabaka vardi. O vakte kadar hiç bu derece yakin oturmamistik. Kendisine baktigima emniyet hasil ettikten sonra gözlerini çevirdi, ötede, agacin üstünde kurumaya baslamis yapraklarin kipirtilarina dikkat ediyor göründü.
Yalan!.. Evet, hissettim, ki bu bir sania, bir kadin cilvesidir. Benimle mesgul görünmemek istiyordu ve bu firsattan istifade ederek basinin güzelligini, evzainin latîf çizgilerini bana gösterdi, daha sonra isitme duygusunu titreten seyin ehemmiyete deger sey olmadigina kanaat ederek, tekrar boynunun hos bir bükülüsüyle basini çevirdi, fakat bana bakmadi, gözlerini kapayarak güya uyukladi. Gerdaninin açik sari ve bir kus gögsünü andiran pamuk tüylerinin üzerinde öyle titremelerle bir kabaris vardi ki bu uyuklayan kedinin kadin ruhunda benimle mesgul olan, yahut, beni kendisiyle mesgul etmek isteyen bir emel ifsa ediyordu. Sanki bana diyordu ki: —Cesur degilsiniz, iste asikâr görünüyor ki beni istiyorsunuz, beni pek güzel buluyorsunuz. Ellerinizin beni oksamak, sari tüylerimin üzerinden geçmek, o kadar güzel vaziyetler alan, bükülüp kivranan vücuduma dokunmak, ellerimi tutmak, basimi avuçlarinin arasinda sikmak ihtiyaci var. Bunu anlamak zor degil, yalniz su pencereyi kaldirmak, aradan su seffaf cam engelini yok etmek lâzim ki bu da agir bir külfet degil...
Yavasça pencereyi kaldirmaya basladim, ona da dikkat ediyordum, gözleri titredi, fakat açilmadi, sanki duymamisti.
—Hilekâr! Dedim; senin kedi kulaklarin demin bir küçük yapragin kipirtisina dikkat edip dikilmisti. Iste simdi gene bütün dikkatiyle penme uçlarinda titreyisler var, fakat gözlerin açilmiyor. Istiyorsun ki gafil avlanmis olasin. Pekâlâ! Öyle olsun, madem ki izzet-i nefsin böyle yakalanmaktan hazzedecek...
Ve elimi uzatip onu boynundan yakaladim, derhal kendisini saliverdi. Bütün adalelerinde bir küçük mukavemet bile hissedilmiyordu. Çektim, iki ellerimle basini tuttum ve öyle, karsi karsiya, gözlerimizin biribirini arayan tecessüsüyle bakistik: Zerrin! dedim. Bu ismi pek fena bulmayan bir itminan ile bakti: —Demek dost olacagiz!... dedi. —Zannederim, eger uslu oturur, yumusak huylu olursan, daima sever, daima sevilmeye özenirsen, tirnaklarini pembe pençelerinin kadifesine gömer, onlari hiçbir zaman çikarmazsan... dedim ve pençelerini yakalayarak baktim. Tirnaklarini çekiyor, sakliyordu, sanki bana yemin ediyor: —Tirmalamayacagim, yetisir ki sen beni sevesin, ben sevilmekten öyle bahtiyar olacagim ki tirmalamak hatirima gelmeyecek; demek istiyordu.
Ve böyle oldu. Biz daima birbirinden memnun, birbirini sevmekten bahtiyâr iki dost olduk. Artik o, evin büyük bir unsuru idi. Bahçeye çikmaz oldu. Zaten artik kisin yagmurlari, fena havalari baslamisti. Bahçe temiz ev kedilerine cevelângâh olamazdi. Onun bazen mutfakta, çamasirlikta, sanki eteklerini toplayarak nalinlarinin üzerinde çekine çekine yürüyen bir hanim takayyüdüyle, ayaklarinin ucuna basarak dolasislari vardi. Sonra biraz üsümüs, biraz bu nahos yerlerde gezmekten tiksinmis bir tavirla gelir: —Buralarini da hiç lâyikiyle kurulamiyorlar! Sitemine benzeyen bir ifade ile ellerini ayaklarini silerdi.
Etrafimda, bana sokulmak için firsat bekleyen daireler çizerdi ve küçük bir müsait nazar fark ederse koltuga atliyarak evvelâ basiyle dizlerime, ellerime sürünür: —Sizi sikmayayim, efendim!.. derdi. Ben de onun gönlünü hos etmeye lüzum görürdüm, basini oksardim. O vakit cesaret bulurdu. Kulaklarini tutarak sarsardim, gözlerini süzer, bu iltifatin tarzini pek muvafik bulmamakla beraber ses çikarmazdi. Çenesinin altini kasirdim, baygin bir eda ile basini uzatir, beklerdi. Nihayet sirtini sivazlamaya baslardim, o zaman saadetinden çildirir, yavas yavas, ayaklarinin, evvelâ çekingen ve gittikçe cesur hatveleriyle koluma, gögsüme dokunur, mest gözlerinin: —Oh!.. Böyle devam ediniz... diyen yalvarici manalarla burnunun pembe ucunu çeneme kadar getirir, beni soguk bir ürperme ile titreten bir öpüsü olurdu.
***
Kisin bir büyük kismini böyle geçirdik, vaktâki bir gün etrafima epeyce telâs veren bir hastalikla odadan çikmamak lâzim geldi. Bu, beni, oldukça uzun bir zaman için yatakta kalmaya mecbur etmisti. Ilk günleri atesler içinde, pek etrafimla mesgul olamayarak geçirdim, galiba uykuya benzeyen derin derin dalginliklarin içine gömülerek kayboluyordum. Bu dalginliklarin arasindan beni rahatsiz etmemeye dikkat eden çehreler gördüm, odamda ihtiyatli adimlarla dolasirlardi, yavas seslerle görüsürlerdi.
Bir gün sabahleyin kendime tamamiyle gelmis olarak uyandim. Etrafima baktim, kimse yoktu, seslendim, kapi açildi, içeri girdiler ve ayni zamanda, yatakligin etrafinda bir seyin dolastigina, süründügüne dikkat ettim ve derhal Zerrin hoplayarak çikti, yanima gelmeyerek, ayak ucumda, kulaklarini dikerek, endiseli gözlerle bana bakarak, ön ayaklarina dayanmis, kuyrugunu altina alip oturarak, ahvâle muntazir, olani biteni anlamak ister bir merak vaziyetiyle, bekledi.
Gülümsedim, o da memnun oldugunu anlatmak için gözlerini süzdü: —Ümid ederim ki artik bu fena latife bitti; der gibi oldu, sanki: —Bilir misiniz, sizin küçük Zerrin epeyce sikildi? Müsaade eder misiniz, biraz yaniniza geleyim? istizaniyle yavas yavas yürüdü. Onu oksadim, o da basini uzatti, o da beni oksadi, sonra pek fazla taskinliklari münasip bulmayan zarif bir ihtiyat ile: —Kâfi!.. Simdi karsiniza geçer, otururum; dedi, hoplayarak sobanin yanina gitti, oturdu.
O güne kadar hastaligimda Zerrin'i görmemistim. Etrafimdakilere sordum, dediler ki o her gün bir aralik gelir, endise ile dolasir ve beni hasta yatiyor gördükten sonra, dayak yemis bir hal ile sinerek yavasça gider, sofada, burnunu kollarinin arasinda saklayarak uyurdu. Fakat bu günden sonra Zerrin yanimdan ayrilmadi. Her gün gelir, yatagima çikar, benimle küçük bir sakalasmadan sonra iner, sobanin yaninda, bütün gün, ya bana bakarak, ya toplanip kivrilarak uyurdu. Yalniz gece, artik uyku zamani gelince onu çikarirlardi. Kapiyi açinca istiskalin daha sarih bir mana almasini beklemeden silinerek giderdi, sanki kendi arzusile çikiyormusçasina vakur bir eda ile acele etmeyerek ve bana bakmayarak çikar, kaybolurdu.
Bir gün Zerrin gelmedi. —Zerrin nerede acaba? dedim, aradilar, bulamadilar. O gün görünmedi, ikinci gün gene Zerrin arandi. —Zerrin'i komsunun duvarinda gördük; dediler, ufak manidar bir tebessümle sebebini izah etmis oldular.
Zerrin günlerce görünmedi. Ben artik yataktan çikiyor, odada dolasiyordum. Bir gün pencereden bakarken arkasinda bütün mahallenin kedileriyle duvardan duvara asiyor gördüm.
O aksam Zerrin avdet etti, fakat ne halde ya Rab?.. Çamurlara bulanmis, yüzü, gözü yirtilmis, tüyleri sanki koparilip yüzülmüs, sefil, berbat ve mülevves... Beni ayakta buldu, gelip süründü, fakat suçlu suçlu, bir mücrim korkakligiyle... Egildim, onu yavasça boynundan tutarak, kapiyi açtim ve kendisine hiyanet edilmis bir adam intikamiyle disariya attim.
O günden sonra Zerrin eve kabul edilmedi ve kim bilir, gidip günahinin meyvalarini hangi penceresi delik bir komsu kömürlügüne birakti. O vakitten beri kedilere pek mütemayil degilim, hele karar verdim ki hiç itimat câiz degil. Hatta tirmalamamaya yemin etseler, hatta çengellerini kadife ellerinin içine gömseler bile, kedilerin sadakati ancak bir mevsim meselesinden ibaret diye hüküm verdim, fakat kendimin de pek âdilâne bir is gördügümden emin degildim.