HALIDE EDIP ADIVAR
1882 yilinda Istanbul'da dogdu. Annesinin ölümüyle küçük yasta öksüz kalan Halide Edip, babasinin pespese evlenmesi nedeniyle, zaman zaman yeni annelerinin yaninda da kalmasina ragmen, asil anneannesiyle (Nakiye Hanim) dedesinin denetiminde büyüdü, ilk terbiyesini de bu ehl-i tarik ihtiyarlardan aldi Halide Edip, ögrenim için ilkin, Yildiz yakinlarinda Saraya mensup Hiristiyanlarin çocuklarina ait bir yuvaya gönderildi. Asil ögrenime, babasinin muvafakatiyla, bes yasini bitirince basladi, Hiristiyan çocuklar yuvasindaki ögrenimine destek olarak Süleymaniye Camii imamindan da dersler aldi. 1893'te Amerikan Koleji'ne verildi, Türk çocuklarinin yabancilara ait okullarda okutulmamasi yönündeki irade üzerine Amerikan Koleji'nden alindi, ögrenimini, disaridan getirtilen hocalarin nezaretinde evde sürdürdü. Kolej'e yatili olarak yeniden basladi, üvey annelerinin arasindaki tartismalardan uzak kalmasi ve Kolej kütüphanesinden iyi yararlanmasiyla verimli bir ögrencilik dönemi geçirdi. 1901 yilinda koleji bitirmesinin hemen ardindan hocasi Salih Zeki Bey'le evlendi, yazilarinda Halide Salih imzasini kullanmaya basladi ve asiri okumalari yüzünden 1902'de sürmenaj oldu. Ikinci Mesrutiyet'in ilanindan sonra (2 Agustos 1908'de) Hüseyin Cahit, Tevfik Fikret ve Hüseyin Kazim Kadri Beylerce çikartilan Tanin'de yazmaya basladi, 31 Mart hadisesinde Amerikan Koleji'ne sigindi ve Amerikali dostlarinin yardimiyla Misir'a kaçti, oradan Ingiltere'ye geçip; demokrasi, feminizm ve egitim konularinda yeni fikirler edinmis olarak 1909 ekiminde Istanbul'a döndü; Darülmuallimat'ta pedagoji ögretmeni olarak görev aldi. Yazmayi yogun olarak sürdüren Halide Edip, Türkçü kesimle tanisip, Ulum-i Iktisadiyye ve Içtimaiyye, Türk Yurdu mecmualarinda da yazmaya basladi. Kisa süreli Ingiltere seyahatinden sonra (1911), Teali-i Nisvan Cemiyeti'nin sosyal faaliyetlerine katildi. Evkaf kiz mekteplerinde müfettislik görevini de üstlenen Halide Edip, Cemal Pasa'nin daveti üzerine 1916'da Beyrut'a giderek, yeni okul düzenlemeleriyle ve yetimhanelerle mesgul oldu. Bu arada Dr. Adnan Adivar'la da evlenen (1917) Halide Edip, Suriye ve Lübnan'in Türk ordularinca bosaltilmasi nedeniyle 4 Mart 1918 tarihinde oradan ayrildi, Istanbul'a dönüp Evkaf okullarinda ögretmenlik görevine basladi. 1919 yilinda Vakit gazetesine sürekli olarak yazarken, Büyük Mecmua'nin basyazarligini da üstlendi, Darülfünun'da Bati Edebiyati müderrisligine atandi. Milli Kongre Cemiyeti'yle, Wilson Prensipleri Cemiyeti'nin kuruculari arasinda yer alidi ve ardindan Izmir'in isgali (15 Mayis 1919) karsisinda Türk Ocagi tarafindan düzenlenen mitinglere katildi ve bu sayede iyice ünlendi. 16 Mart 1920'de Istanbul'un isgalinden sonra "tehlikeli isimler" safinda yer alinca, Sultantepe'sindeki Özbekler Tekkesi'ne siginip (19 Mart 1920), oradan Anadolu'ya kaçti, Ankara'da Mustafa Kemal'in yakininda çalisti. Halide Edip, Izmir'in alinmasindan sonra da Yunan mezalimini tetkik komisyonunda görevlendirildi ve bu amaçla Ege bölgesini dolasti. Savas sonrasinda umdugu önemli görevlere ulasamayan ve mevcut iktidara muhalefet eden Halide Edip, kocasiyla birlikte Türkiye'yi terk etti, 1924 yilindan 1939 yilina kadar Ingiltere, Fransa, Amerika Birlesik Devletleri ve Hindistan'da kaldi. Onbes yil süren bu gönüllü sürgünlük döneminden sonra, 1939 yilinda Türkiye'ye döndü ve ayni yilin Aralik ayinda Istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Ingiliz Edebiyati kürsüsüne profesör olarak atandi, Demokrat parti listesinden Izmir milletvekili seçildi; Demokrat Parti'de de barinamadi; Parti'nin kimi politikalarini elestirmeye baslayinca, partidaslarinca Amerikanciliginin yeniden gündeme getirilmesi üzerine tedirgin oldu ve 1954 yilinda milletvekilliginden istifa etti. 1955 yilinda kocasi Dr. Adnan Adivar'in vefatiyla birlikte siyaseti tümüyle birakan Halide Edip, bozulan sagligina ragmen yeni kitaplar yazmaya devam etti ve 9 Ocak 1964 tarihinde öldü.
Öykü Kitaplari
Harap Mabetler (1911), Daga Çikan Kurt (1922), Izmir'den Bursa'ya (Yakup Kadri, Falih Rifki, Mehmet Asim'la birlikte, 1923), Kubbede Kalan Hos Seda (1974),
Öykü - BEYAZLI KADIN
-1-
"Artik bu defa da evlenmezsen, hiç evlenemezsin" diyor. Ben de uzun ve zorlu hayatimin biricik dayanagi olan bu beyaz saçli sevgili kardesin yüzüne büyük bir sevgiyle bakiyordum. Her aksam, yesil abajurun tatlilastirdigi elektrik lambasinin altinda durmadan bluz örüyor ve benimle evlenmek konusuyor.
Otuz sekiz yasinda olduguma göre herhalde on yil geç kalmisim, bunu ne kadar garip bir hüzünle duyuyorum. Anadolu üniformasinin çok serefli oldugu bu güzel ve sevgili sehrimde, dolasmak için, davetler için aksamlari çikarken onun burusmaya baslayan uzun ellerini öpüyorum. Ve orada her defasinda bu evlenme olayina beni sevk edecek esrarli ve heyecanli bir sergüzeste gidiyormusum gibi alnimdan öpüyor ve endiseli gözlerle arkamdan bakiyordu.
Evlenmek istiyorum; içime bakiyorum, ürküyorum; güzel yüzler, siperlerde, daglarda hatirladigim Istanbul'un ince, sevimli güzellikleri gözümden kaybolunca kalbimden de kayboluyor. Yirmi iki yasinda dilber yüzlerin uykumu kaçirtan uzun etkilerini almiyorum. Artik genç degilim! Daglardan, bin bir sikinti ve ölümden sonra bekledigim bu evlenme, bu son ve ilk saadet devamli olmayacaksa, hiç olmazsa çok kuvvetli bir heyecanla olmayacaksa niçin evleneyim? Demek ki ben sadece sessiz bir güvenle beraber yürüyecegim bir kadin istemedigim gibi sessizce sinirlerimi ve duygularimi geçici sarsintilarla sarsacak bir dis görünüsle de evlenmek istemiyorum.
Geçmisimin bu müthis dekoru, sonsuz tabiat sahnelerinde en asina es bir Anadolu kadini olabilirdi. Onlarin istirap çeken ve daima kuvvetli ve durgun gözlerinde, memleketin bütün islerini görmekten parça parça olan ellerinde bana yakin bir seyler sezdim ve karargâhimin uzak nöbetçisinin uzun süngüsünden baska bir seyin kimildamadigi esmer ve sonsuz aksamlarda omuzlarinda oraklariyla, çatlamis ayaklariyla, omuzlarindaki hayat yükünden çökmüs, ruhlarindaki hiçbir zaman doymayan bir özlemle gözleri ümitsiz yürüyen onlardan biri yanima gelse, el ele, isimlerini koyamadigimiz bu biçimdeki eza ve hasreti beraber duysak dedigim günler oldu; fakat bugünler de geldi geçti; sonra çamur içinde sonsuz ve kursuni bir gögün akittigi sular altinda, toprak üstünde Istanbul'un bu bedelsiz, ince ve kendini çok agir satan güzellerini de düsündüm. "Ah, dedim, onlardan biri beni simdi düsünüyor olsa, yeri çamur olmayan, üstü yagmur akmayan gönülsüz ve sicak bir odada beyaz elleriyle bir besik sallarken gözlerinde bu çöller, bu hasret illerinin halkindan olan beni düsünseydi!"
Simdi Istanbul'a geldim, burasi benim, bu güzel mavi geceli sehir benim. Fakat arkamda baska bir diyar, sikinti, istirap ve kudret diyari var. Onun için de hasret çekiyorum. O halde? Biliyorum, ben memleketi bir cennet yapacak, çöllerini ve sehirlerini his ve fikirleriyle tek düzenli yapacak günlerin ilk habercisiyim; onun için ne buranin, ikisinin de bir ahenk ve bir güzellikle birlestigi günün özlemini çeken zavalli bir yabancisiyim ve benim istedigim kadin, bekledigim kadin hem oragiyla tarladan dönen kadinin bin bir özlemini, istirabini çeken kuvvetli ve derin kadin olsun, hem Istanbul'un ezeli ve uzun zevkine mirasçi ince gölgenin gök güzelligini üstünde tasisin.
Ben böyle düsünür, dolasirken zaman gelip gidiyor, sakaklarim bembeyaz ve arkamda ne uzun bir geçmis var. Geceleri gögsümde yaralarim, dizimdeki eski kursun yeri sizliyor. Içimdeki bin bir hasret ve hüzün var; hani bunu benimle paylasacak, hani bugünleri bir bahar yapacak kadin?
-2-
Bu aksam davete giderken aynanin önünde durdum, baktim. Gidecegim yere genç Türk kizlari, Istanbul'un bütün uygar terbiyeliligini tasiyan kizlar gelecekmis, dans ederler, lisan bilirlermis, musiki bilirlermis ve güzelmisler. Pekiy bunlar beni begenirler mi? Çok fena degilim, bunu azicik alayla söylüyorum ama gerçek budur.
Vücudum yedi yarasina ragmen dimdik, ince ve kuvvetli. Bu Anadolu üniformasinin sadeligiyle iki kurmay kirmizisinin üstündeki esmer basim ince ve kibar görünüyor, sakaklarim, sadece kursuni yüzümün çizgileri fena degil, gözlerim hâlâ çok derin ve dislerim bembeyaz. Herhalde Babiâli'den inip çikan çok sik sivillerden benim biraz daha kudret ve geçmis, belki de vakar ifade eden basim var. Bu genç kizlar vakar ifade eden çizgiler, hayat ve çile ifade eden adaleden fazla tazelik ve gençlik, bilhassa dans ve reverans ve salon adamligi isterlerse... Buraya gelince bütün dislerimle siritiyorum; çünkü beni begenmezlerse diye endisemi yeter kuvvette bulamiyorum. Bu da kirka yakin bir erkek oldugum için besbelli! Herhalde bu kadar kesin bir karari, evlenmek kararini bu gece alacaga benzemiyorum.
-3-
Paltomu vestiyerde birakirken yukardan müzik sesi geliyordu. Bir kadin sanatkâr, mübalagayla, biraz da isterik bir anlamla Faust'un "Seni Sevmek Isterim"ini söylüyor. Palmiyeli merdivenden büyük kirmizi sofaya geldigim zaman, "Bir daha söyle, senin için ölmek isterim" misralarini bir çiglikla bitirdi. Ve el sakirtisi, sonsuz el sakirtisi! Aynada sanatkâri gördüm! Sari altin gibi basli, çiplak ve genç bir et ve yalanci bir elmas mesheri! Salonun kapisinda atesemiliterlik günlerinden tanidigim bir sefaret kâtibine, "Beni kösedeki beyazli kadina takdim et" dedim.
Kirmizi halilarla yapilmis, iki kisilik bir sedirin üstünde felçli bir gözü dönmüs ihtiyar, siyah frakli adamin karsisinda oturuyor. Yaninda yesil palmiye altindaki kirmizi halilar üstünde beyaz tül fistani içinde sarisin solgun basi bana bir hayal gibi geldi. Solgun dudaklarinda gülümsemeye benzer çizgiler var, iki yorgun beyaz gözkapagi altindan iki akici ve siyah alev gibi bakan gözleri var ve bu gözleri bütün basin, fistanin, boyun ve kollarinin renksizligi arasinda ancak iki renk! Fakat ne bakan gözleri görüyor, ne de gülümseyen dudaklari gülüyor! Bu renk, musiki ve güya sen insanlar ortasinda o, bir kalip gibi! Sadece kimildayan, konusan, gidip gelen bir kalip ve içindeki kadin kimse, neyse burada degil! Nerede? Tipki benim gibi... Ben de bu yerlerde dolasirken bir kaliptan baska neyim? Fakat bu beyaz kalip, bu donmus ve uzak kadini gördügüm an kendime gelmis gibiyim. Siddetle varligimdan haberim var ve o iki siyah ates gözün, o uzak beyaz yüzden bu tarafa baktigi an kendimi çok canli hissediyorum; fakat o hiçbirimizi görmüyor.
-4-
Yanimda sefaret kâtibi söylüyor:
-Ne garip seçtin! Yazik ki pek kisa bir müddet için geldi; yarin Istanbul'a gidiyor.
-Bu ne cins kadin? Insallah Türk'tür.
-Hayir, Rus. Azizim, hem de seni ilgilendirmesi gerek. O, Lehistan'in mücadelesinde askerlik etmis, iki defa yaralanmistir.
Gözlerim köseye uçtu:
-Kabil mi?
-Evet kabil, gel sizi tanistirayim.
-5-
Elini öpmek için egilirken dünyanin en garip ve en seçkin kokusunu aldim; bütün ormanlar, bütün baharin yabanci ve dag otlarindan gelen itirli bir hava dudaklarimdan, burnumdan ta içime kadar sizdi. Bakmadan dudaklarinda o gülümseme taklidi yapan çizgilerin derinlestigini zannediyorum; fakat basimi kaldirinca sevindim. O yorgunluk, o acayip, mevcut olmayan ruhun maskesi benim için fazla degismedi. Gözleri daha ciddi göründü ve belki de beni gördü.
Ihtiyar, felçli diplomat gitti. Ben karsisinda ayaktayim. O durmadan sigara içiyor ve eliyle bana da bir sigara uzatti:
-Oturmaz misiniz? dedi.
Oturdum, korkuyordum, dans hazirliklari var, o çiglik basan sanatkâr söylemiyor, dans edecekler ve yanimdan onu alip götürecekler.
-Dans sever misiniz?
-Bu aksamlarda dans etmek daha iyidir, bir sey yapilmis olur.
-Sizi cemiyetten hoslanmaz görüyorum.
Gözleri uzaklara, kendine bakti:
-Hiçbir zaman sevmedim ki!
-Çocuklariniz var mi?
-Hayir, dünyada sevdigim ve beni seven iki kaplumbagadan baska bir sey yok!..
-Kaplumbaga derisi çok katidir; sevdiginizi nasil anlar?
-Insanlar her seyi derileriyle mi anlar?
-Hayir!
-6-
Onu aldilar, gittiler. Dans ediyor. Aynada görüyorum, ne güzel oynuyor; fakat bir tayf gibi dönüyor. Bu aksam güzel bir aksam. Hava ilik ve musiki de fena degil. Iste bahsettikleri huri gibi güzel kizlar da göründü, onlar da siyah esvapli adamlarla dönüyorlar. Dikkat etmem lazim: Ablamin dedigine göre bunlarin biriyle evlenmem bahis konusuymus.
-Beyaz, siyah, ne güzel, avizenin altinda yavas yavas dönüyor. Ben de dans edecegim. Hâki ve beyaz da beyaz siyah gibi... Hareket bu kadar siir ve güzellik ifade eder mi?
-7-
Yanaklari kizarmamis bile. Yine siyah gözleri bana gülerek bakti ve geldi, yanima oturdu. Sarisin basi egildi ve benimle konusuyor. Hemen sordum:
-Siz asker missiniz, yaralanmissiniz?
-Evet askerdim; fakat tesadüfen yaralandim. Bir arkadasimin nöbetini ben beklemek istedim. Steplerde aksam güzel ve korkunçtur.
-Niçin beklemek istediniz?
-....
-Nasil yaralandiniz?
-Iki serseri kursun, biri kolumdan, biri bacagimdan geçti.
Ne kadar uzak oldu; tamamiyla gitti; halbuki siyah gözleriyle beni gördü zannetmistim; ne kadar merak ediyorum: Bir iki serseri kursun, bu issiz ovalar, bunlar, bu kadinin ruhunu zaptetmis olan sirlar. Yine bana bakiyor ve görüyor.
-Ben ölümü çok merak ederim ve ölmek isterim.
-ben ölümü iki defa duydum.
Azicik canlandi, sesinde meraka benzer bir sual var:
-Ne duydunuz?
-Yalnizlik ve yabancilik.
-Onu insan her gün hayatta da duyuyor, hem her insan duyuyor, ölümün baska bir sey olmasi gerek.
Biraz tutku, biraz ümitsizlikle söylüyor.
-Hayat kadar iyi bir sey yoktur, buna inaniniz!
Gerçekten son derece güzel bir sey duymus gibi bana bakiyor. Ben de kendi agzimdan bunu biraz garip buldum.
-Benimle oynar misiniz?
Durdu. Birdenbire:
-Peki, dedi.
Marmara; siyah ev gölgelerinin arkasindan garip ve mavi, bütün Istanbul'a ormanlardan, daglardan gelen o garip koku sinmis. Ellerimi uzun uzun kokladim. Kapi açilacak, o beyaz kadin tayfi yavas yavas gelecek, ben kimildamayacagim, o gelecek, gözleriyle içimi görecek, elini alnima koyacak, ben hiç, hiç kimildamayacagim, o hem sahralardan, kursundan, sikintidan, hem de sehirlerden, güzelliklerden gelen solgun ve beyaz mahluk! O bana istedigim seyin habercisi oldu! O siyah gözleriyle aski etrafimda uyandirdi gitti. O simdi siyah ve uzun bir katar içinde gidiyor, fakat o artik benim yanimdan hiç gitmeyecek. Çünkü kalbimi karistiran o beyazli ve solgun basli kalip, kadin degil, ondan uzakta dolasan ruhu! O ruhu mutlaka bulacagim, siyah, yesil, mavi; mutlaka baska iki çift gözden bana bakacak; fakat korkuyorum, bütün bu gecenin ve bu korkunun dili varmis gibi yavasça:
"-Solmus lâleler bir daha açmazlar!" diyor.