AHMET HAMDi TANPINAR
Ahmet Hamdi Tanpinar, 23 Haziran 1901 tarihinde Istanbul'da dogdu.Istanbul'da Ravaz-i Maarif Ibtidaisi'nde, Sinop ve Siirt rüsdiyelerinde, Vefa, Kerkük ve Antalya sultanilerinde ögrenim gördü. Baytar mektebini birakarak girdigi Istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nden 1923 yilinda mezun oldu. Erzurum, Konya ve Ankara liseleriyle, Gazi Egitim Enstitüsü ve Güzel Sanatlar Akademisi'nde edebiyat ögretmenligi yapti, ayni akademide estetik ve sanat tarihi dersleri verdi (1932 - 1939). 1939 yilinda Istanbul Üniversitesi'ne Yeni Türk Edebiyati Profesörü olarak atandi. Maras Milletvekili olarak 1942-1946 yillarinda Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde bulundu. Bir süre Milli Egitim Müfettisligi yaptiktan ve Güzel Sanatlar Akademisinde eski görevinde çalistiktan sonra 1949 yilinda Istanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyati Bölümü'ne yeniden döndü ve bu görevde iken 24 Ocak 1962 tarihinde Istanbul'da öldü.
Öykü Kitaplari
Abdullah Efendi'nin Rüyalari (1943), Yaz Yagmuru (1955), Hik(yeler (Kitaplasmayan iki hikâyesiyle birlikte tüm öyküleri, 1983).
Öykü - BiR YOL
Birdenbire ayaga kalkti ve eliyle trenin penceresinden isaret ederek:
-Iste, dedi, su gördügünüz küçük yol, su iki agaç arasinda tepenin etegine kivrilan patika... Fevkalade hiçbir tarafi yok degil mi? Hemen her yerde bol bol rastgelebilecegimiz alelade bir sey... Bununla beraber nereye gittigini, nereden geldigini bilmedigim, bir dönemeçte kaybolan tozlu parçasindan baska hiç bir tarafini tanimadigim bu yol benim hayatimda bütün bir sergüzesttir.
Onbes seneden beridir ki bu yolda her ay bir iki seyahat yaparim. Bu uzun seridin iki yaninda ve onun döne döne degisen ufkunda tanimadigim hiç bir sey yoktur. Yattigim yerden gözüme ilisen sivri bir kaya parçasi, yalniz aydinlik havada ürperen tepesini gördügüm bir agaç, ne bileyim hatta daha alelade bir isaretle bütün ufku kendi kendime canlandiracak kadar bu yollarin asinasiyim, fakat yillar var ki bu küçük yol parçasini, yol bile diyemeyecegimiz bu dövülmüs kirmizi toprak genisligini daima yeni, yepyeni bir sey gibi seyrettim. Onu her defasinda görür görmez ürperdim, onda saadetlerin, hasretlerin, beklenilen seylerin bütün güzelligini ve siirini duydum.
Süphesiz bunda ilk defa gözüme çarptigi günün hususiyetinin de mühim bir hissesi vardir. Istanbul'dan soguk ve yagmurlu bir günde ayrilmistim, Ilk çocugum on gün evvel ölmüstü, karim hasta idi, baska üzüntülerim de vardi. Kisacasi kaderle dis dise, yumruk yumruga oldugum günlerden biriydi.
Bilmem sizde de böyle midir; yolculuk benim üzerimde daima iyi ve unutturucu bir tesir yapar. Iztiraplarimizin, üzüntülerimizin mekanla, yahut hayatimizin tabii muhiti ile siki bir alakasi olsa gerek. Bir muharririn dedigi gibi, falan yerde en kesif siddetinde olan bir aci iki yüz kilometre daha ötede ve baska insanlar içinde biraz daha hafif ve daha kabil-i tahammül oluyor. Bununla beraber acidan aciya fark var. Ve benimki acilarin en büyügü, evlat acisi idi, üstelik de yagmur yagiyordu. Oh, size bu yagmurlu günlerin bende yaptigi aksülameli nasil anlatmali? Böyle günlerde ben degisir, büsbütün baska adam olurum. Baska bir adam, tam kelimesi degil... Bütün bir mazi, en kötü, en karanlik, en tamir edilmez taraflariyla içimde canlanir, hortlaklarimla basbasa kalirim. Böyle zamanlarda hayat sanki bütün çesmelerini kapatir, yalniz bir tanesi, azap ve üzüntünün kaynagi kalir ve ben onun bulanik aynasinda bütün ömrün en kötü muhasebesini yapa yapa kendimi seyrederim. Bu sefer de böyle oldu; her zaman ayak basar basmaz gündelik üzüntülerimden siyrildigim, yalniz kendimin oldugum Haydarpasa gari bana bu sefer büyük ve karanlik bir lahit gibi geldi. Trene ayni ruh haleti içinde bindim. Izmit'e kadar hep ayni islak ve rutubetli hava içinde, tipki bir olukta seyahat eder gibi geldik. Hiç bir sey düsünmedim, hiç kimseyi görmedim, sadece vagonlarin üstüne ve pencerelerin camlarina degdikçe yagmurun çikardigi sesi dinledim. Bir tabutta uyuyanlar yeraltinin mutlak sessizliginde kendi nabizlarini ancak böyle dinlerler. Zaman zaman içimdeki boslugu kisa bir simsek gibi oglumun hatirasi deliyor, bir an için onun küçücük ve muztarip yüzü, bir büyük örümcek gibi yagmurun dört bir tarafima gerdigi kül rengi üzüntü aglarinin içinde uzaniyordu. O zaman ben bu hayalden kurtulmak için ellerimle yüzümü kapatiyor, biteviye yer degistiriyordum. Sonra tekrar yagmurun sesine daliyor, tekrar bu ince ve muzir agin altinda insana sikintinin ve kabusun bizzat kendisi gibi görünen, günessiz, renksiz hayalet manzaralara daliyorum.
Izmit'ten sonra uzun bir müddet yine böyle sürdü, sonra yagmur biraz diner gibi oldu, gök yükseldi; bulutlarin arasindan çamur rengindeki dünyaya, baska renkler, iki gün süren bu kötü havanin unutturdugu sicak kuvvetler girdi. Ve tren yavasladi. O zaman ben, bu küçük yolun üzerinde iki günden beri ilk defa küçük bir günes parçasini, küçük ve aydinlik bir hali gibi serilmis buldum. Islak sögüt dallarina sevinçle yayilan ve sonra orada, yerde sicak ve aydinlik bir müjde gibi biriken günes... Ve ayni zamanda, bütün içimi altüst eden acaip akisli ugultu... O anda içimden geçenleri nasil anlatmali? Bu aylarca topragin karanliginda kaybolan bir gögün birdenbire küçük bir filizle mavi havaya ve aydinliga kavusmasi gibi bir seydi. Iste o zamandan beri bu yol, birçogu, binlercesi gibi birkaç, yüz metre sonra küçük bir Anadolu köyünün inzivasinda kaybolacagina hiç süphe olmayan bu küçük ve sade yol benim için mahiyetini degistirdi. Saadetin, ruh muvazenesinin bir nevi sembolü, kapisinda günesin divan durdugu bir iklimin baslangiç noktasi oldu; ve müthis bir arzu ile, her seyi, bütün üzüntü ve kederlerimi, bütün sevgi ve zenginliklerimi burada birakip inmek, bu küçük yolda yürüyüp gitmek istedim.
Bana öyle geldi ki bunu yapacak olursam hayatimda her sey degisecek, bütün sefaletlerim, hasretlerim dinecek, yepyeni bir insan olacagim.
O zamandan beri dokuz sene geçti. Ölen çocugumun acisini zaman ve yenileri unutturdu. Küçük sefaletlerim ve sikintilarim düzeldi, yahut yerlerine baskalari geldi. Her sey az çok degisti, fakat bu yolun benim içimdeki manasi hep ayni kaldi. Onunla her karsilasisimda hep ayni saadet hissi beni dayanilmaz kuvvetiyle çekti, her defasinda oracikta her seyi birakip inmek ve o yolun uzletinde kaybolmak ihtiyacini duydum. Hatta su anda bile ayni ihtiyacin içindeyim. Ne yazik ki...
Bu kaçinma ihtiyacina bakip da beni, her an talihin yeni bir gadrine ugrayan, hayati felaketlerle dolu biçarelerden sanmayiniz. Herkes gibi ben de zaman zaman kaderin iyi veya kötü yüzüyle karsilastim. Fakat düsünülürse ondan sikayete büyük hakkim yok. Iyi bir kadinla evlendim, epeyce kazaniyorum, hayatim kendi çizilmis yolunda düzgün ve rahat gidiyor. Bununla beraber ondan memnun degilim. Içimde kendi hayatimi yasamadigim kanaati var. Daha samimi olayim ister misiniz? Bu yasadigim hayat o kadar benim degil ki her hangi bir saatimde birisi gelip de bana "Haydi kalk, siran geldi, kendi kendin ol!" diye bagirsa sanki böyle bir sey mümkünmüs gibi inanip kosacagim. Bu his bende o kadar kuvvetli... Her hangi bir kalabalikta kendimden baska herkes olmaga raziyim. Ah bir elbise degisir gibi hüviyetini degistirebilmek, lalettayin içinde kaybolmak, bir avuç kum içinde, bir kum tanesi olmak ve böyle oldugunu dahi bilmemek. Ne bileyim, bir maske, bir numara, bir sicil varakasi, bir manivela, bir çark, bir dügme, her sey olmak, yalniz...
Felaketim su ki, ben zaman zaman kendimi bulan adamim. Niçin gülüyorsunuz? Beni bir budala zannetmeyiniz. Bu gülüsümden sizin bu azabi tanimadiginiz anlasiliyor. Kendi kendini bulmak... Bu hakikaten korkunç bir seydir, fakat ayni zamanda güzel ve dikkate deger bir eglence de olabilir. Bir sarhos tasavvur ediniz ki kadeh elinde ve sofra basinda birdenbire uyaniyor, kendisini ve etrafini görüyor, esya ile, zaman ile kendi arasindaki alakanin istihzasina geçiyor; bu bedbahti zannetmem ki bir daha kolay kolay kendinden geçirebilesiniz, elveda alkolün unutturucu cenneti... Bu uyanis süphesiz ancak bir dakika veya bir saniye içinde olabilir, fakat bu saniye, bir uçurum basinda birdenbire gözleri açilan bir adamin ürpermesiyle doludur.
Bakiniz, bu ilk önce nasil oldu: daha henüz çocugumuz ölmemisti. Bir kis gecesi karim ve çocuklarimla beraber oturuyorduk. Ben yazi yaziyordum, oglum ayaklarimin dibinde oynuyor, karim biraz ötede, zannedersem, bir sey örüyordu. Küçük kizim onun dizlerine abanmis, elinin hareketiyle beraber gidip gelmege çalisiyordu. Odamiz sicak ve sakindi. Bu aile ve ev dedigimiz acaip kurulusun o cins anlarindan biriydi ki disaridan aydinlik ve bugulu penceremize, odanin içinde arasira gidip gelen gölgelerimize bakan her hangi bir yolcuya ufak bir kiskançlik hissi verebilir ve bos geçmis ömrü için onu aci aci düsüncelere daldirabilirdi.
Nasil oldu ben de bilmiyorum; birdenbire oldugum yerde çok uzun bir uykudan uyanmis gibi dogruldum ve etrafima saskin saskin bakmaga basladim. Insan, esya, bütün etrafimdakiler benimle alakalarini kesmis gibiydiler, her sey, hepsi bana yabanci oluvermisti. Bu kadar senelik karimi, kendi çocuklarimi, evimi, odanin her bir vaktinde hayatimin bir hadisesi olmus esyasini, velhasil elimdeki ise ve üstümdeki elbiseye kadar hiç bir seyi tanimiyordum. O anda bir aynada kendi yüzümü görsem belki onu da taniyamazdim. O kadar kendi hakikatimde, rüyalarimin hakikatine uyanmistim. Bu ne Baudelaire'in çift odasina, ne de Quincey'nin afyonun cennetinde gördügü rüyalardan realiteye dönüsüne benziyordu. Bu daha sade bir sey, uzun gafletinde birden uyanan ruhun kendi kendisine tertip ettigi bir nevi cürmümeshuttu. Hakikaten bütün bunlarin benim içimle, günlerin sefaleti altinda haberim olmadan için için kaynayan asil benligimle ne alakasi olabilir? Bu siyah, uzun saçlari geçmis güzelliginden muhtesem bir yadigar gibi duran bitkin yüzlü kadin kimdi? Bununla beraber onun kendi karim oldugunu, bu çocuklarin kendi çocuklarim oldugunu biliyordum. Kendi kendime mütemadiyen koskoca on seneyi, bu kapanik odada, bu acaip ve manasiz esya arasinda, bu simdi bana yabanci birer sembol gibi görünen çehreler arasinda nasil geçirdigimi soruyorum. Nihayet dayanamadim, lalettayin bir mazeret uydurarak sokaga firladim. Bugün olmus gibi hatirimdadir; soguk, aydinlik bir kis gecesiydi, sokaklarda hemen hemen kimse yoktu, durmadan dinlenmeden, kendi kendime "Niçin, niçin böyle oldu, niçin böyle olsun?" diye sora sora yürüyordum. Bir müddet sonra yoruldum, küçük bir kahveye girdim. Tanimadigim birtakim adamlar tütün ve nefes kokan bulanik hava içinde gülerek bagirarak konusuyorlar, oyun oynuyorlardi. Ben de bir köseye çekildim. O zamana kadar gece vakti evimden disariya ancak sinema, tiyatro gibi seyler için çikardim. Zaten böyle bir itiyadi bir türlü anliyamamistim. Fakat simdi yadirgamiyor, hatta bir nevi sicaklik duyuyordum. "Burasi bizim (rafimiz olsa gerek..." diye düsündüm, sonra yavas yavas etrafimdakilere bakmaga basladim.
Bir insan yüzünün en manali bir alem oldugunu ben o geceye kadar anliyamamistim. Hayat dedigimiz o girift oyunun, aktörlerini bu kadar kuvvetle benimseyecegini, onlarin her hal ve tavrina kendi akisinin damgasini bu kadar kuvvetle vuracagini hiç düsünmemistim. Yüz burusugunun, göz altindaki her hangi bir çizginin, dudak kenarindaki bir kivrimin, ne bileyim, konusmadan evvelki bir saniyelik bir tereddüdün, küçük bir el isaretinin, manasiz ve ehemmiyetsiz bir bakisin, her gülüsün, bir omuz düsüklügünün bütün bir ömrü en ince, en karisik, en nüfuz edilmez taraflarindan anlatacak birer emare, birer isaret oldugunu hiç düsündünüz mü?
Karsimda bana arkasini dönmüs, tavla oynayan bir adamcagiz vardi. Orta boylu, zayif, basi tepesine dogru açilmis otuz, otuz bes yaslarinda bir insan; her gün sokakta, dairede, lokantada rastladigimiz insanlardan biri. Basi biraz kalkik omuzlarinin arasina sonradan yapistirilmis gibi gömülü, sirti biraz öne bükük, ikide bir kontrolsüz bir hareketle sag elini alnina dogru kaldiriyor, sanki görünmeyen zehirli bir böcegi kovaliyordu. Bu sinirli, zayif el ile beraber bu kemikli basin ikide bir böyle arkaya dogru gidisi ne korkunç, ne zalim bir seydi! Bir iki defa yanindakilerle konusmak için yüzünü benden yana dogru çevirdi.
Ne karisik bir çehresi vardi. Genis alni, gözlerinin ve dudaklarinin kenari, kirisik ve çizgi içindeydi. Bununla beraber yalniz bir bakisini tuttugum gözleri ne kadar genç ve iri idi. Müthis bir hareket bollugu içinde kizararak, konusarak, sansa lanet ederek oynuyordu. Birdenbire zarlari birakti. Müthis bir sey olmus gibi bir an durdu, düsündü. Sonra hafif bir omuz kaldirisiyla ayaga kalkti, yukarida bahsettigim el isaretiyle fikri sabitini bir kere daha kogdu. Oyun arkadasiyla hesabini görerek, yine basi omuzlarina gömülü, kendi içine katlanmis hüviyetiyle, fakat bu sefer nisbeten daha sakin bir yüzle kahveden çikip gitti. Niçin oyun ortasinda zarlari birakti? Ayakta neyi düsündü ve neye karar verdi? Niçin bir dakika evvel omuzlari o kadar çökük ve mahkumdu ve neden kahveden çikarken bütün hüviyetinde bir nevi sükunet ve kayitsizlik vardi? Muamma.
Tam karsimda ayak ayak üstünde oturan bir baskasi hiç durmadan sol ayagini salliyor, bir taraftan da mütemadiyen tirnaklarini kemiriyordu. Ne garip bir adamdi bu! Küçücük yüzü insana bir çekmece hissini verecek kadar kilitli idi. Kim bilir kaç uzun tahammül ve zillet senesi bu yumruk kadar küçük yüzden, bu acayip ve sir sizmaz maskeyi çikarmisti. Bir baskasi konusurken ellerinin ve kollarinin mübalagali isaretleriyle kendisini adeta dört bir tarafa dagitir gibiydi.
Bütün bunlari düsüne düsüne eve döndüm. Bu sessiz iztirabi, bu adeta tabii addedilen cehennemi görmek beni biraz teskin etmis, kendi hayatimla aramda biraz evvel bozulmak üzere olan muvazeneyi iade etmis gibiydi. Bununla beraber o muvazeneyi bir daha hiç bir zaman bulamadim. Olan olmustu. Artik bundan sonra bu bende bir itiyat oldu.
Hayatimin üzerinde düsünmege baslamistim. Bütün iradem, bütün gayretim bir daha o eski sükuneti bana iade ettirmedi. Gündelik hayatimla arama yasanmamis rüyalarin azabi girmisti. Hayat oyununu en büyük ciddiyetle oynamaya hazirlandigim bir anda geçmis yillar, karsima dikiliyor ve benden hesabini soruyordu. O günden sonra artik bir an bile yalniz degildim, soframda, yatagimda, çalisma masamda bir misafir, disleri hiddet ve kinden kisik, gözlerinde bosa gitmis bir ömrün bütün bikkinligi toplanan bir zavalli vardi ve bana pismanligin suuruyla kisilmis sesi durmadan fisildiyordu: "Ömrünü, ömrünü ne yaptin?" Ve ben bütün uzviyetimde bir yilan gibi gezen bu zehirli sesin tenbihi altinda yapacagimi unutuyor, ani ve mekani unutuyor, basta kendim olmak üzere her seyden, yasanmis ömrümden, gelecek senelerimden, bütün etrafimdan nefret ediyor, kaçmak, kaybolmak, kurtulmak istiyordum.
Artik uyku bile benim için bir sifa degildi. Çünkü onda da riyalarin zalim israri vardi. Size bu rüyalari nasil anlatmali? Hemen her safhasinda vaktiyle sevilmis bir genç kizin, simdi nerede oldugunu, nasil bir talihle yasadigini bilmedigim sari saçli, büyük mavi gözlü, nerkis boyunlu genç bir kizin bir nevi "laytmotif" gibi dolastigi bu rüyalar... Bu, hasta kafanin kendi vehim ve gölgelerinden yarattigi degisici ve korkunç alem...
Iste bu yol, bu küçük acaip yol, ben bu ruh haletinde iken karsima çikti ve benim için birdenbire yepyeni bir hayat imkaninin, kendi kendimi bundan sonra olsun gerçeklestirebilmek imkaninin bir nevi müjdesi gibi oldu.
Evet, pekala biliyorum ki, bir gün ben her seyi birakip bu küçük yola dalarsam onun bittigi yerde bütün saadet ve hasretlerimi, eski yasanmis rüyalarimi bulacagim, temiz, yepyeni, mesut bir adam olacagim.
Bunu biliyorum, fakat yapamayacagimi da biliyorum. Halbuki bir ömür yasanmaga deger bir seydir.