DEGIRMEN 

Hiç sen bir su degirmeninin içini dolastin mi adasim?...

Görülecek seydir o... Yamulmus duvarlar, tavana yakin ufacik pencereler ve kalin kalaslarin üstünde simsiyah bir çati... Sonra bir sürü çarklar, kocaman taslar, miller, siçraya siçraya dönen tozlu kayislar... Ve bir kösede birbiri üstüne yigilmis bugday, misir, çavdar, her çesitten ekin çuvallari. Karsida beyaz torbalara doldurulmus unlar...

Taslarin yaninda, duman halinde, sicak ve ince zerreler uçusur. Halbuki dösemedeki küçük kapagi kaldirinca asagidan dogru sis halinde soguk su damlalari insanin yüzüne yayilir...

Ya o seslere ne dersin adasim, her köseden ayri ayri makamlarda çikip da kulaga hep birlikte kocaman bir dalga halinde dolan seslere?... Yukaridaki tahta oluktan inen sular, kavak agaçlarinda esen kis rüzgâri gibi uguldar, taslari kah yükselen, kah alçalan aglamakli sesleri kayislarin tokat gibi saklayisina karisir... Ve mütemadiyen dönen tahtadan çarklar, gicirdar, gicirdar...

Ben çok eskiden böyle bir degirmen görmüstün adasim, ama bir daha görmek istemem.

Sen askin ne demek oldugunu bilir misin adasim, sen hiç sevdin mi?...

Çooook desene! Sevgilin güzel miydi bari? Belki de seni seviyordu... Ve onu herhalde çok kucakladin... Geceleri bulusur ve öperdin degil mi? Bir kadini öpmek hos seydir, hele adam genç olursa...

Yahut sevgilin seni sevmiyordu... O zaman ne yaptin? Geceleri agladin mi?... Ona sararmis yüzünü göstermek için geçecegi yolda bekledin, ona uzun ve acindirici mektuplar yazdin degil mi?...

Fakat herhalde ikinci bir aska atlamak senin için o kadar güç olmamistir. Insan evvel' kendi kendisinden utanir gibi olur ama, bilir misin, bizim en büyük maharetimiz nefsimizden beraat karari almaktir. Vicdan azabi dedikleri sey ancak bir hafta sürer. Ondan sonra en asagilik katil bile yaptigi is için kafi mazeretler tedarik etmistir.

Ha, sonra bir üçüncü, bir dördüncüye sevdin, ve bu böyle gidiyor.

Peki ama, bu sevmek midir be adasim, bir kadini öpmek, onu istemek sevmek mi dir?,,,

Çirilçiplak soyunarak sehrin sokaklarinda kosabiliyor musunuz?...

Bir biçak alarak kolundaki ve bacagindaki adalelere saplamak ve böylece bir nehre atilarak yüzmek elinden geliyor mu?

Bir sehrin adamlarini öldürmek cesareti sende var mi? Bir minareye çikarak bütün dünyaya isittirecek kadar kuvvetle bagirabilir misiniz?

Ask sana bunlari yaptirabilir mi? Iste o zaman sana seviyorsun derim...

Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi? Pek'i', ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o?... Atma be adasim, kaç tane kalbin var senin?... Hem biliyor musun, bu aptalca bir laftir: kalbin oldugu yerde duruyor ve sen onu filana veya falana veriyorsun... Gögsünü yararak o eti oradan çikarir ve sevgilinin önüne atarsan o zaman kalbini vermis olursun...

Siz sevemezsiniz adasim, siz, sehirde yasayanlar ve köyde yasayanlar; siz, birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler... Siz sevemezsiniz. Sevmeyi yalniz bizler biliriz... Bizler: bati rüzgâri kadar serbest dolasan ve kendimizden baska Allah tanimayan biz Çingeneler...

Dinle adasim, sana bir çingenenin askini anlatayim...

Bir gün karlarin erimege basladigi mevsimdeydi bütün çergi, otuza yakin kadin, erkek ve çocuk, dört beygir ve iki defa o kadar da esek Edremit tarafina dogru göçüyorduk.

Can sikan ve bize hiç uymayan bir kistan sonra isitici günes ve yeni belirmege baslayan yesillikler hepimize tuhaf bir oynaklik vermisti. Sirtlarinda beyaz ve kisa bir gömlekten baska bir seyleri olmayan küçük çocuklar hiç durmadan kosuyorlar, bagiriyorlar ve sose yolunun kenarindaki hendeklerde yuvarlaniyorlardi.

Delikanlilar keman ve klarnet çalarak yürüyorlar, genç kizlar parlak sesleriyle su gibi türküler söylüyorlardi.

Ben de etrafi gözden geçirerek bir köy, bir çiftlik, yaninda kalabilecegimiz bir yer arastiriyordum.

Ikindiye dogru siyah zeytin agaçlarinin arasinda yükselen açik renkli çinar ve kavaklar gözüme ilisti. Burasi küçük bir degirmendi. Suyu bol bir çay küçük sögüt agaçlarinin arasindan geççikten sonra dar ve tas bir mecraya giriyor, oradan da dört tane tahta oluga taksim oluyordu.

Ihtiyar çinarlar çukura gömülen eski degirmenin siyah kiremitli çatisini örtüyorlar, ve ön tarafindaki genis meydani gölgeliyorlar.

Agaçlarin hisirtisini bastiran bir gürültüyle degirmenin altindan fikirdayip çikan köpüklü sular iki sira taze kavagin ortasindan geçim ilerideki sazlikta kayboluyordu.

Burada çergilesmek hiç de fena degildi. Yüklü eseklerle sik sik gelip giden köylülerden degirmenin islek oldugu anlasiliyordu. Ve bir kursun atimi ötede beyaz minaresiyle bir köy görünüyordu.

Daha çadirlari kurmadan Atmaca klarnetini alarak, kanatlarinin biri açik duran kocaman kapiya yanasti, çalmaga basladi,

Içeride sesi duyan köylüler, oraya birikerek dinliyorlardi. Degirmenci de bunlarin arasindaydi, beyaz sakalini karistirarak lakayt gözlerle bakiyordu.

Bilir misin adasim, bu köylüler tavuk ve oglak çaldigimizi söyleyerek bizden sikayet ettikleri halde bizi gene severler.

Aralarinda bir kileye yakin bugday toplayarak Atmaca'ya verdiler. Ve degirmenci bunu iki çömlek de yogurt ilave etti.

Biz bu güzel kabilden cesaret alarak biraz ötedeki zeytin agaçlarinin arasinda çadirlarimizi kurduk.

Isler iyi gidiyordu. Kadinlar taze sögütlerden yaptiklari sepetleri yakin köylerde satmakta güçlük çekmiyorlardi. Çalgicilarimiz yarim gün uzaktaki köylerden bile dügünü çagiriyorlardi.

Atmaca tabii en bastaydi...

Sen bu Atmaca gibisine daha rastlamamissindir.

Bir kere heybetli delikanliydi: yagiz derisi, yüzüne delice dökülen simsiyah saçlari ve koyu gözleri...

Sonra burnu... Uzun, sivri, ucu biraz asagi kivrak burnu.

Bunun için biz ona Atmaca derdik...

Basi genis omuzlarinin üstünde bir Arap atindaki gibi dik dururdu ve bir Arap ati ondan daha çevik degildi...

Bütün çergilerde onun cesareti, onun güzelligi, onun algisi söylenirdi.

baska Çingeneler gibi çalmazdi o, adasim: bir kere nota bilirdi. Sehir mektebini okumus, bitirmisti: sonra içliydi...sanirdin ki klarneti çalarken havayi cigerlerinden degil dogrudan dogruya yüreginden veriyor.

Geceleri tek basina bir agacin dibine çekilirdi. Biz de çadirlarin önüne çikip yüzü koyun yatar, çenemizi topraga dayayarak onu dinlerdik.

Hiçbir sevgilisi yoktu. Ne geçtigimiz Türkmen köylerindeki al yanakli güzeller, ne de ince dudakli Çingene kizlari onun bakislarini bir andan fazla üzerlerinde alikoyabilirlerdi...

Halbuki çalgi çalarken büyük gözlerle oradaki kivilcimlari söndürmek ister gibi bir nem belirdigini, esmer yanaklarinda, bir atese rasgelmis gibi derhal kuruyan birkaç ufak damlacigin yuvarlanmak istedigini görmüstük.

Çok konusmaz, konustugu zaman da içindekilerden bize bir sey sindirmezdi. Neler hisseder, neler düsünürdü? Hiçbirimiz bilmezdik. Acaba birisini sevdigi için mi, yoksa hiç kimseyi sevemedigi için mi, bu kadar yanik, bu kadar derinden çaliyordu?...

Ara sira uzun müddet kaybolur, baska çergilerde dolastigi, sehirlere inip büyük beylerin meclisine girdigi söylenirdi.

Kasabadaki efendiler ona ekran muamelesi ederlerdi, fakat o davarlardan bizimle beraber koyun ugrular, dügünlerde bizimle beraber çalgi çalardi.

Hemen her aksam degirmenin önündeki meydanlikta toplanip ahenk yapiyorduk. Simdilik bir sey anaforlamadigimiz için degirmenci de memnundu. Kiziyla beraber yük çinarin altina bir hasir atiyor, bagdas kurup oturarak bizi dinliyordu.

Degirmencinin kizi tam bir köy güzeliydi.

Yuvarlak bir yüzü, kalin dudaklari, kalçalarina kadar uzanan ince örgülü saçlari vardi.

Ama yüzü hep soluktu. Etrafindaki seylere, kendisiyle alisverisi yokmus gibi dümdüz bir bakisi, ve dudaklarinin kenarindan dökülüyormus gibi, isteksiz bir gülüsü vardi.

Bu kizcagiz sakatti adasim, küçükken sag kolunu degirmenin çarklarindan birine kaptirmisti.

Simdi onun yerinde salvarinin beline ilistirilen bos bir yen sallaniyordu.

Ve bu onu insanlardan ayiriyordu.

Düsünebilir misin, güzel bir kizin bir kolu olmazsa bu ne demektir? Derenin üst basinda çipil çipil yikanan genç kizlara karisamiyordu. Vücudunu ve ondaki ayibi her zaman örtmüs örtmege mecburdu...

Geceleri birbirlerinin evinde toplanip cümbüs yapan kizlarla da birlesemezdi, çünkü ne tef çalmak, ne de parmaklarinin arasina tahta kasiklar alarak oynamak elinden gelirdi...

Belli ki onun bütün çocuklugu bitmez tükenmez bir hasretle geçmis; belli ki zeytin dallarina sincap gibi tirmanan, birbiriyle alt alta üst üste güresen, degirmenin önünde erkek çocuklarla su fiskirtmaca oynayan akranlarina bir duvara yaslanarak dolu gözlerle bakmisi.

Simdi bütün bunlara alismis görünüyordu. baska insanlarin yaptigi birçok seyleri yapmak hakkinin kendisinde olmadigini biliyor ve hiçbir sey istemiyordu.

degirmenin kapisi yanindaki tas sedire saatlerce oturup meydanda eselenen tavuklara, yahut kocaman çinarin kipirdayan yapraklarina yari yumuk gözlerle bir bakisi vardi ki, adami aglamakli ederdi.

Geceleri babasiyla beraber gelir, onun yaninda diz çöküp oturarak bize bakardi...

Sözü kisa keselim adasim, bizim magrur ve insafsiz Atmacamiz degirmencinin bu sakat kizina vuruldu.

Tavuslara, sülünlere bakmaga tenezzül etmeyen yabani kus, kanadi kirik bir çullugun sikari oldu.

Eyvah bana ki meselenin çok geç farkina vardim. Ben anladigim zaman alev saçaga sarmisti... Yoksa çoktan çergiyi toplar, baska yere göçerdim.

Atmaca hiç kimseyle konusmuyor, dügünlere gitmiyor, zeytinlerin altinda tek basina çaliyordu. Ama geceleri çinarin altinda adamakilli cosar, gözlerini kiza diker, üfler, üflerdi...

Ve biz titredigimizi, bagirmak, konusmak, yahut yerlere atilip aglamak istedigimizi hissederdik...

Onun çalisinda, bir ates yigini etrafinda haykiran atese tapanlarin, yahut batmakta olan bir gemiye çarpan dalgalarin feryadi ve inleyisi vardi.

Atmacanin kanatlari düsmüstü adasim. Sarardikça sarariyordu. Degirmencinin köye indigi günler kapinin yanindaki tas sedirde kizla beraber oturdugunu ve tirnaklarini parçalamak ister gibi, iki tarafindaki sert kayada gezdirdigini görünce bu isin böyle gitmeyecegini anladim...

Bir gece onu çagirdim, derenin alt basina gittik, kavak fidanlarinin arasina oturduk.

Çakillarda acele acele seken sulardan ve uzaklardan gelen bir kurbaga sesinden baska bir sey duyulmuyordu.

Atmaca önüne bakiyor, niçin çagirdigimi, ne söyleyecegimi sormuyordu.

Elimi omzuna koydum, gözlerini bana kaldirdi.

"Seviyorsun!..." dedim.

"Öyle..." dedi.

"Ne yapacaksin?..."

Bu sualin cevabini bulmak ister gibi gözlerini yukariya, yildizli göge çevirdi. Uzun uzun bakti, birdenbire:

"Sen bizim çeribasimizsin dedi, gezdigin yerler benden çok, tecrübelerin fazla, aklin dirayetin bütün Çingenelerden üstündür. Sana açilmaliyim... Gözlerini hiç indirmeden, sanki yildizlara anlatiyormus gibi, söylemege basladi: Onu seviyorum, ne yapacagimi da hiç düsünmedim. Sen benim sevmenin nasil olacagini bilirsin... Ben ki arkamdan usaklarini kosturan konak sahibi hanimlara basimi çevirmezdim: yedi köye hükmeden esraf bana gelip, "Kizim senin için yataklara düstü... Çingene oldugunu unutup seni evlat gibi sineme basacagim, yalniz gel, gel de kizimizi kurtar!..." diye yalvardilar da gene cevap vermeden yoluma gittim; iste simdi bu bir kolu olmayan kizi seviyorum.

Onu alamam, onu kaçiramam... Halbuki o da beni seviyor. Bunu bana evvelisi gün aglayarak söyledi. Gel dedim, beraber kaçalim. "Aci aci güldü, "Agam dedi, ben senden noksanim, bana sadaka mi veriyorsun?..." Onu nasil sevdigimi anlattim: "Bana kolunun yerine kalbini veriyorsun, bir kalp bir koldan daha mi az degerlidir?"

"Tekrar gözyaslari bosandi: "Olmaz dedi, düsün ki, her karsina çiktigimda senden utanacagim, basim yerde olacak, beni böyle zelil etmek ister misin? Birak beni, ne oldugumu bilerek ihtiyar babamin yaninda kalayim, sende bir daha buralara ugrama. Bana sakatligimi unutturarak deli deli rüyalar, gördürdün, seni ömrümün sonuna kadar unutamam, ama olmayacak seylere beni inandirmaga kalkma, eger sahiden beni seviyorsan hemen buralardan git!..."

Atmaca burada bir nefes aldi ve gözlerini yeri indirdi:

"Düsünüyorum, birlesirsek bu ikimiz için de sahiden azap olacak. Aramizda anlasilmaz, bogucu bir havanin dolastigini hissedecegiz. eger o bana açilamaz, bana naz edemez, bana içinden geldigi gibi sarilamazsa, gözleri her zaman: "Ne diye gençligini benim için nara yaktin, sana yazik degil mi?" demek isterse ben ne yaparim? Her sözünden, her tavrimdan alinir: Kizsam ona dokunur, düsünceli olsam ona dokunur, sevsem ona aciyormus gibi gelir, kucaklasam bos olan kolunun yerinde bir sizi duyar ve bunlar hep böyle sürüp gider...

"Ne yapacagimi, bu halin beni nereye götürecegini sorma, bende artik kuvvet yok. Akil yok, düsünce yok, yalniz ask var. Mavzer kursunu gibi çarptigini yene seren bir ask... Senin Atmacan artik kanatlarini kimildatacak halde degil!..."

Sustu, son sözler öyle acinacak bir tavirla agzindan dökülmüstü ki, fazla bir sey sormaga, halt' teselli etmege kalkismadim; ona bu halde ne söz söylenebilir, nede o söyleneni duyardi.

Koluna girip çadira kadar götürdüm.

Isler gittikçe sarpa sarmisti adasim. Atmacanin hali beni korkutuyordu. Fakat yapilacak hiçbir sey yoktu. Simdilik isi oluruna birakmaga karar vererek yattim. Bütün gece, büyük çinarin altinda kollarini açarak sabirsizca bekleyen Atmacayi, ve dudaklarinin kenarinda genis bir sevinç, soluk yanaklarinda görülmemis bir pembelikle ona dogru kosan degirmencinin kizini gördüm. Fakat birbirinin kucagina atilacaklari zaman sekli belli olmayan tuhaf bir cisim ikisinin arasina giriyor, bir çark gibi firil firil dönerek ve gittikçe büyüyerek onlari ayiriyordu.

Günler, kuvvetli bir rüzgârin sürükledigi beyaz bulut kümecikleri gibi birbirinin arkasina geçim gidiyorlardi. Ve biz, bunlarin sonunda muhakkak bir firtina kopacagini seziyorduk. Herkes müthis bir seyden korkuyor gibiydi. Bütün çergiyi agir bir durgunluk kaplamisti.

Ihtiyar ve tecrübeli Çingene karilari bildikleri efsunlari okuyorlar, bütün iyi ve fena ruhlari zavalli Atmacanin imdadina çagiriyorlardi. O, gittikçe çöken yanaklari, nereye baktigi belli olmayan saskin gözleriyle geçerken delikanlilar baslarini yere egiyorlar, genç kizlar ölü gibi sararan benizleri ve titreyen dudaklariyla arkasindan bakiyorlardi.

Kadin, erkek, genç, ihtiyar hiçbir seye karar veremeyerek bekliyorduk. Sanki serseri bir rüzgâr kafalarimizdan her düsünceyi silip süpürüyor, bizi saskin ve meyus buralarda birakiyordu.

Bir gün Atmaca yanima sokuldu.

"Bu aksam degirmende ahenk yapacagim, ben ihtiyarla konustum!..." dedi.
Hafif yagmur çiseliyordu. Aksama kuvvetli bir yaz saganagi gelmesi çok mümkündü. Bunu ona da söyledim.

"degirmenin içinde çalacagim!" dedi.

"Degirmen geceleri de isliyor, o gürültüde mi?"

Tuhaf tuhaf güldü.

"Korkma! dedi, klarneti o gürültüde de size duyururum. Nefesim daha o kadar kuvvetten düsmedi".

yagmur aksama dogru sahiden artti. Karsi tepedeki palamut ormanina birbiri arkasina yildirimlar düsüyor, iri damlalar zeytin agaçlarinin siyah yapraklarini garip tipirtilarla oynatiyordu.

Hepimiz degirmenin içine dolduk. Tavanda sallanan iki tane gaz lambasi etrafa yarim bir aydinlik serpiyordu ve çarklar, taslar, tozlu kayislar dönüyorlar, dönüyorlardi.

Hepsinin birden çikardigi yirtici gürültü yagmurun alçak tavandaki kesik hiçkirigina karisiyor, birbirini kovalayan gök gürültüleri bu korkunç ahengi tamamliyordu.

Degirmenci ve kizi duvarin dibindeki sedire oturmuslardi. Sallanan lambalar genç kizin yüzünde acayip gölgeler oynatiyordu.

Bütün gürültüleri bastiran ince bir ses birdenbire yükseldi. Kendisini degirmenin karanlik bir kösesine çeken Atmaca çalmaga baslamisti.

adasim, ben o gece dinledigim seyleri öldükten sonra bile unutamam.

Disarida firtina gittikçe artiyor ve rüzgâr islak kamçisini kerpiç duvarlarda gezdiriyordu. Yükselen sular tahta oluklardan tasiyor, haykira haykira yerlere dökülüyordu.

Içeride taslar nihayetsiz bir coskunlukla homurdaniyor; çilgin gibi dönen kayislar sakliyor; birbirine geçen tahta çarklarin disleri aglar gibi gicirdiyordu. Ve bunlarin hepsini bastiran deli bir ses kah yalvariyor, kah hiddetle kivraniyor, susacak gibi olduktan sonra tekrar yükseliyordu.

Alaca karanlikta Atmacanin siyah ve parlak gözleri hiç kipirdamadan genç kiza bakiyorlardi. Genç kizin acinacak bir perisanlikla çirpinan büyümüs gözlerine...

Ve öyle seyler çaliyordu ki adasim, onlari anlatmaga bizim kullandigimiz kelimelerin takati yoktur...

Bazen oksayan, isitan bir sabah günesiydi... Fakat derhal yüzümüzü yirtan, gözümüzü kör eden, içindeki atesleri kum tanesi gibi etrafa saçan bir çöl firtinasi oluyor, yahut bagrimiza isleyen bir biçak haline geliyordu.

Son ve keskin bir çigliktan sonra Atmacanin ayaga kalktigini gördüm. Iki üç adim ilerledi ve klarneti bir köseye firlatti.

Herkes dogrulmustu. Üzüntülü gözlerle ona bakiyorlardi. O, yüzüne büsbütün dökülen kara saçlarini eliyle geri atti. Birdenbire çukura gitmis gibi görünen gözlerle etrafini arastirdiktan sonra onlari degirmencinin kizina dikti, uzun uzun bakti...

O dakikayi ömrümde unutamam adasim; disarida firtina arttikça artmisti, duvarlar sarsiliyor, tepemizdeki kiremitler uçuyordu. Ve degirmen, azgin bir hayvan, homurdu yor ve dönüyordu. Ve o, lambanin sönük isiginda, oldugundan daha büyük âdeta bir gölge gibi duruyordu. Gözleri genç kizin üzerindeydi. Tahammül edilmez bir aci yüzünün seklini taninmayacak hallere sokmustu. kah esmer derisini sisiren bir kan gözlerinin kenarina kadar firliyor, kah dislerinin arasinda ezilen dudaklari bile bembeyaz oluyordu. O dudaklar ki, bir sey söylemek ister gibi kipirdiyorlardi ve aglayacak gibi asagiya çekiliyordu.

Bu bakis ancak bir an kadar sürdü. Sonra gözkapaklari yavasça düstüler ve o, yere yikilacak gibi sallandi. Fakat hemen kendisini topladi. Bir kere daha etrafina bakindi. Sanki bir imdat bekliyor gibiydi: Kendisini bu kahredici, bu parçalayici agrilardan kurtaracak bir imdat... Nihayet kafasina bir sey vurulmus gibi inledi. Gerisingeriye dönerek degirmenin öbür basina, çarklarin ve kayislarin kudurmusçasina döndükleri köseye dogru atildi.

Bir nefes alimi kadar hepimiz oldugumuz yerde kaldik, sonra delice bagirarak arkasindan kostuk...

Heyhat adasim, çok geçti. Atmaca yerinden firlayan ve "is isten geçti" demek isteyen gözlerle bize dogru geliyordu.

sag kolu yerinde degildi ve oradan oluk gibi kan fiskiriyordu. Birkaç adimdan sonra sendeledi, ayaklarimizin dibine yikildi...

Iste adasim, sana seven bir çingenenin hikâyesi...

Çiçeklerin açtigi mevsimde, senin kollarina yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarinda oturmak ve öpüsmek yoruluncaya kadar öpüsmek hös seydir...

Seni gördügü zaman zalimce basini çeviren magrur bir dilberin kapisi önünde veya isigi altinda sabaha kadar dolasmak, bunu candan arkadaslara aglayarak anlatmak, söz aramizda gene hös seydir.

Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir seyi kendisinde tasimaga tahammül etmeyerek onu koparip atabilmek, iste adasim, yalniz bu sevmektir.

Sabahattin ALI

* Sabahattin ALI. "Degirmen". Degirmen Daglar ve Rüzgar: Ankara: Bilgi, 1973, s. 11-25.